29 Temmuz 2017 Cumartesi

66-GÖNENLİ MEHMET EFENDİ’NİN VAAZ METODU


66-GÖNENLİ MEHMET EFENDİ’NİN VAAZ METODU

 

Asıl ismi Mehmet Öğütçü olup 1901’de Gönen’de doğmuş, onun için halk arasında Gönenli Mehmet Efendi diye tanınmıştır. 1920’li yıllarda İstanbul’a gelmiş, 1954- 1982 tarihlerinde Sultan Ahmet Camiinde İmam- Hatip olarak görev yapmıştır. Çok yönlü bir din âlimi ve hizmet adamı olan Gönenli Mehmet Efendi’nin hiç ihmal etmediği görevlerinden biri de haftanın her gününde İstanbul’un değişik camilerinde halkı özellikle kadınları irşad etmesi idi.

Gönenli Hoca’nın kendine has bir vaaz ve irşat metodu vardı. Genellikle vaaza başlarken cemaatle beraber salat-i tefriciyeyi okur, biraz konuştuktan sonra:

“Hadi Peygamberimize bir selam verelim” der, cemaatle beraber yüksek ve ahenkli bir sesle salat ü selam getirir, cemaate dua eder, onları ibadet ve taata teşvik edici sözler söyler, yerine göre kısa bir ilahi veya kaside okur, dua ederek vaazını bitirirdi.

Vaaz ve irşat görevinde bulunan hocalar genellikle cemaati cehennemle, Allah’ın azabı ile aşırı derecede korkuturlar, Allah’ın rahmetinden, şefkatinden ya bahsetmezler veya pek az bahsederler. Aslında cemaat de böyle istemektedir. 1982 yılının Ramazan ayında Almanya Nürünberg’de Eyup Sultan Camiinde Din Görevlisi idim. Vaazlarımda daha çok bizi yaratan Yüce Rabbimize, insanlara ve diğer yaratıklara karşı görevlerimizin olduğundan, bu görevlerimizi yaptığımızda O’nun muhabbet ve rızasını elde edeceğimizden bahsediyordum. Bir gün cemaatten biri: “Hocam sen hiç cemaati korkut muyorsun, biraz onları korkut, yerin altından bahset” demişti.

Oysa Kuran-ı Kerimde inzar/korkutma, uyarma ayetleri olduğu gibi, tebşîr/müjde ayetleri de vardır. Azap ayetleri yanında rahmet ayetleri de vardır. Allah’ın rahmeti geniştir, azabından daha çoktur. Nitekim Yüce Rabbimiz Kuran-ı Kerimde:

قَالَ عَذَابِي أُصِيبُ بِهِ مَنْ أَشَاءُ وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ

“Azabıma gelince, dilediğim kimseyi ona uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.”buyurmuştur. (A’raf, 156)

Gönenli Mehmet Efendi vaazlarında, sohbetlerinde daha çok tebşir/müjde ayetlerine yer verir, camiye cemaate geldikleri için onları müjdelerdi. Sultanahmet Camii’nde bir cuma hutbesinde cemaate şöyle hitap etmişti:

“Maşallah! Allah razı olsun, Allah kabul etsin, ne güzel yaptınız, işinizi gücünüzü bıraktınız Allah'ın zikrine koştunuz, camiye geldiniz, Cuma'ya geldiniz. Allah'ın huzuruna durdunuz, saf saf olup kıbleye yöneldiniz. Cenab-ı Hak namazınızı Haremi Şerif’de, Mescid-i Nebevi’de kılınan namaz gibi kabul etsin. Âmin, âmin yâ muîn!”

Aynı gün ikindiden sonra bir başka camide bu defa kadınlara hitap ederek şöyle demişti: “Allah sizlerden razı olsun, ibadet ve taatlarınızı kabul eylesin. Cümlemizi şerlilerin şerrinden muhafaza eylesin. Sizler ne güzel kullarsınız, sinemaya gitmediniz, tembel tembel oturup dedikodu da etmediniz, insanları çekiştirmediniz, koştunuz Allah’ın evine geldiniz, camiye geldiniz. Bunu karşılıksız bırakır mı Rabbimiz hiç!? İnşallah buralardan da doğru cennete gideceksiniz.”

Evet Gönenli Hoca: “Bunu karşılıksız bırakır mı Rabbimiz hiç!?” diyor.

Konumuzu Alvarlı Efe Hazretlerinin aşağıdaki dörtlüğü ile noktalayalım:

“Sen Mevlayı seven de Mevla seni sevmez mi?

Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?”

 

 

(M. Özdamar, Gönenli M. Efendi, s. 110).

 

 

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurmuştur.

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمٖيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ

“De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Cünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." (Zümer, 39/53)

 

Hz. Ali (r.a.) veciz bir sözünde

من عَذُب لسانه كَثُر إخوانه

“Kimin dili tatlı olursa, dostları çok olur” demiştir.

 

         

65-ELİNLE ETTİĞİN HAYRI DİLİNLE ZAYİ EYLEME


65-ELİNLE ETTİĞİN HAYRI DİLİNLE ZAYİ EYLEME


 


Başa kakmak, eski edebiyatımızda “minnet” sözcüğü ile ifade edilirdi. Minnet; yapılan iyilik, lütuf ve ihsanı bir bir sayarak başa kakmak, yüze vurmak demektir. Nitekim Şinasi bir beytinde:

“Hak Teâlâ kimseyi bir ferde muhtaç etmesin

Yoksa halkın ettiği ihsana değmez minneti” der.

Onun için “minnet çekilir bela değildir” denilmiştir.

Dinimizin yasakladığı kötü huy ve davranışlardan biri de, insanın, yapmış olduğu iyiliği yüze vurması, başa kakmasıdır.

Aslında yapılan iyilikleri başa kakmak, bir taraftan övünmek, diğer taraftan karşıdakini minnet altında bırakmak için olur. Müslüman yapmış olduğu iyiliği başkalarına karşı övünmek için değil, Allah için yapar, O’nun rızasını gözetir. Mert olan kimselere yaraşan da budur. Onlar, övünmek şöyle dursun, yaptıkları iyiliğin duyulmasından bile hoşlanmazlar, rahatsızlık duyarlar, utanırlar. Şair bu hususu ne güzel ifade etmiş:

Mert olan hiç kerem etmekle tefâhur mü eder

Hem verir, hem utanır ettiği ihsandan.

 

Yapılan iyiliği başa kakmak, ondan gelecek bütün sevabı yok eder, boşa çıkarır. Sanki o iyilik hiç yapılmamış gibi olur. Nitekim bu konuda yüce Allah Bakara sûresinin 264’ncü ayetinde şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp da insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi vermiş olduğunuz sadakalarınızı minnet ve eziyet ederek /başa kakıp inciterek boşa çıkarmayın."

Demek ki sadaka verdikten veya başka bir iyilik yaptıktan sonra başa kakıp incitmek, iyilik yaptığı kimseyi minnet altında bırakmaya çalışmak onun sevabını giderir, ecrini zayi eder, yok eder. Tıpkı Allah’a ve ahret gününe inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş için malını harcayan kimsenin durumu gibi.

İyilik yapıp da sonra başa kakmayanlara, incitmeyenlere ise yüce Rabbimiz kendi katından bol ecir ve mükâfat vereceğini vaat etmektedir:

“Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin ardından minnet ve eziyet etmeyenler/ başa kakıp incitmeyenler var ya, onların Rableri katında has mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ/ incitme gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah Müstağnî’dir/ hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, Halîm’dir/ suçluları cezalandırmada acele etmez.”[1]

Ayette, Allah Teâlâ yardım yaptıktan sonra başa kakanları kötülemiş, böyle davranmayanlara ise ahirette büyük ecir ve mükâfat vereceğini vaat etmiştir.

 

Peygamber Efendimiz de yapılan iyiliğin başa kakılmasından ashabını ve ümmetini sakındırırdı. Efendimiz bu konuda Ebû Zer (r.a.)’tan rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde:

“- Üç sınıf insan vardır ki Allah Teâlâ kıyamet gününde bunlara iltifat buyurmaz, yüzlerine bakmaz, onları tezkiye etmez/ temize çıkarmaz. Onlar için can yakıcı bir azap vardır” buyurmuş ve bunu üç defa söylemiştir. Ebû Zer:

“- Zarar ettiler, kaybettiler. Bunlar kim yâ Resûlellah?” diye sorunca, Efendimiz:

“- Bunlar; kibirlerinden dolayı elbiselerini yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve satılık eşyasını yalan yeminle kıymetlendirmeye çalışan kimselerdir”[2] buyurmuştur.

 

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’dan rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz:

لاَ يَدْخُلُ الجَنَّةَ خِبٌّ وَلاَ مَنَّانٌ وَلاَ بَخِيلٌ.

“İşi gücü insanları aldatmak olan düzenbaz, cimri ve yaptığı iyiliği başa kakan kimse cennete giremeyecek (ilk girenlerden olmayacaktır)”[3] buyurmuştur.

Efendimiz başka bir hadis-i şeriflerinde de:

َثَلَاثَةٌ لَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ: الْعَاقُّ لِوَالِدَيْهِ، وَالْمُدْمِنُ عَلَى الْخَمْرِ، وَالْمَنَّانُ بِمَا أَعْطَى

“Üç grup insan vardır ki (cezalarını çekmedikçe veya affedilmedikçe) cennete giremezler. Bunlar: Ana-babalarına âsi olanlar, devamlı içki içenler ve verdiğini başa kakanlardır”[4] buyurmuştur.

Ayet-i kerimelerde olduğu gibi hadis-i şeriflerde de yapılan iyiliği başa kakmanın ne kadar kötü bir davranış olduğu, ahirette insanı Allah’ın rahmet ve inayetinden mahrum bırakıp elem verici bir azaba sürükleyeceği belirtilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre başa kakmak Firavun gibi azgın ve nankörlerin işidir. Hz. Musa (a.s.)’ın Firavn’la olan kıssası meşhurdur: Hz. Musa Allah’ın bir lütfu olarak Firavun’un sarayında yetişmiş, daha sonra Peygamber olarak gönderilince Allah’ın emri ile Firavun’dan, köle olarak kullandığı İsrail oğullarını serbest bırakmasını istemiş, Firavun da: “Sen yeni doğmuş bir çocukken alıp yanımızda/sarayımızda yetiştirmedik mi? Ömrünün pek çok yılını bizim aramızda geçirmedin mi? Ama bütün bunlara rağmen sen sonunda yapacağını yaptın ve nankörün biri olduğunu gösterdin[5] diyerek yapmış oldukları iyilikleri Hz. Musa’nın başına kakmış,

Hz. Musa da ona şöyle cevap vermiştir: "O başıma kaktığın iyiliğe gelince, o da, İsrâil oğullarını köle yapman yüzündendir.” [6] Onları köle diye kullanıp erkek çocuklarını kesmeseydin, senin eline düşmezdim, ailem beni yetiştirirdi. Binaenaleyh bu, bir iyilik değil, zulmün neticesidir.

Her şeyin bir afeti/tehlikesi vardır. Peygamber Efendimizin ifadesiyle

 آفَةُ السَّمَاحَةِ الْمَنُّ

“Cömertliğin âfeti de başa kakmaktır.”[7]

Netice olarak İnsan diline sahip olmalı eliyle yapmış olduğu yardım ve iyilikleri diliyle boşa çıkarmamalı. Yoksa şairin:

“Bana zahm urduğun ağyâre vardın, eyledin, şâyi’,

Elinle ettiğin hayrı dilinle eyledin zâyi’.”

beytinde belirtmiş olduğu duruma düşer.



[1]  Bakara Sûresi, 2/262-263
[2]  Müslim, İman, 171
[3]  Tirmizî, Birr, 41
[4]  Nesâî, Zekât, 69
[5]  Şuarâ Sûresi, 26/18
[6]  Şuarâ Sûresi, 26/22
[7]  Nebhânî, el-Fethu’l-Kebîr, I, 24

64-AMELSİZ İLİM MEYVESİZ AĞAÇ GİBİDİR


64-AMELSİZ İLİM MEYVESİZ AĞAÇ GİBİDİR

 

Hikemi tür beyitleriyle meşhur olan ünlü Divan Şairi Maraşlı SünbülzadeVehbî¸ bir beytinde ilmiyle âmil olanların hem bu dünyâda hem de âhirette ebedi kurtuluşa ereceklerini gayet vecîz bir şekilde şöyle belirtmiştir:

Bir imiş ilm ü amel harfine eyle dikkat

İlmileâmil olan bula dü-âlemde felâh.

Beyitte sözü edilen ilim ve amel kelimelerinin her ikisi de ‘ayın- lam- mim” harflerinden oluşmakta olup ebcet hesabıyla her iki kelimenin değeri de aynıdır. Buna göre ilim ameli yani bildiklerini yaşamayı, hayatına uygulamayı gerektirdiği gibi ilimsiz amel de olmaz. Şair ‘Bir imiş ilm ü amel harfine eyle dikkat’ derken buna işaret etmektedir. ‘Dü âlem’ iki dünya, yani dünya ve ahret; ‘felah’ da korktuğundan emin olup umduğuna nail olmak, dünya ve ahrette ebedi kurtuluşa, saadet ve selamete ermek demektir ki beyitte ifade edildiğine göre bu da ancak insanın ilmiyle amel etmesiyle olur.

İslam’da değerli olan mücerret ilim/ soyut bilgi değil, uygulanan, yaşanan, hayatın içinde olan ilimdir. Bunun içindir ki İslam dininde âlim denilince, mücerret bilgi sahibi olan kimse kastedilmez, ilmiyle amil olan, bildiklerini yaşayan, bilgi ve yaşayışı ile topluma örnek olan kimse kastedilir.

Sahabe-i kiram içerisinde Kur’an-ı Kerim’i güzel okuması, tefsir ve fıkıh bilgisiyle temayüz etmiş olan Abdullah b. Mesud (r.a.) ilmi:

قال ابن مسعود : لَيْسَ الْعِلْمُ بِكَثْرَةِ الرِّوَايَةِ ؛ وَإِنَّمَا هُوَ خَشْيَةُ اللَّهِ تَعَالَى

“İlim çok şey bilip rivayet etmek değil, asıl ilim haşyetüllah/ Allah’tan korkmaktır.” şeklinde tarif etmiştir. (İbnü’l-arabî, Ahkâmü’l-Kur’an, II, 262)

عِلْمٌ بِلَا عَمَلٍ كَشَجَرَةٍ بِلَا ثَمَرَةٍ

Abdullah bin el-Mu’tez : “Amelsiz/eylemsiz ilim meyvesiz ağaç gibidir.” demiştir. (Hatîb el-Bağdâdî, a.g.e., s. 37)

Lokman’ın oğluna tavsiyeleri arasında şu ifadelerini de görmekteyiz:

قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ: يَا بُنَيَّ لَا تَتَعَلَّمْ مَا لَا تَعْلَمُ حَتَّى تَعْمَلَ بِمَا تَعْلَمُ

“Ey oğlum, evvela daha önceden öğrendiklerinle amel edene kadar, bilmediğini öğrenme.”[1]

Tâbiînin önde gelen âlimlerinden olup, Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’in emriyle hadis-i şerifleri resmen tedvin eden Zührî:

قال الزُّهْرِيُّ، : لَا يُوثَقُ لِلنَّاسِ عَمَلُ عَامِلٍ لَا يَعْلَمُ، وَلَا يُرْضَى بِقَوْلِ عَالِمٍ لَا يَعْمَلُ

“İnsanlar, ilmi olmayan kimsenin ameline güvenmezler, ameli olmayan âlimin de sözüne de itibar etmezler.”

İlim şehrinin kapısı Hz. Ali efendimiz de âlimden bahsederken:  جَمالُ العالِمِ عَمَلُهُ بِعِلْمِهِ  “âlimin güzelliği ilmiyle amel etmesidir.” diyerek âlimi üstün ve güzel yapan değerin ilmiyle amel etmek olduğunu belirtmiştir.

Konumuzu Hz Ali (r.a.)’ın:

  ما عَلِمَ مَنْ لَمْ  يَعْمَلْ بِعِلْمِهِ

İlmi ile amel etmeyen âlim değildir” sözü ile noktalayalım.

 



[1]  Hatîb el-Bağdâdî, a.g.e., s. 56

63-GÜZEL SES ALLAH’IN LÜTFUDUR-2


63-GÜZEL SES ALLAH’IN LÜTFUDUR-2

 

Güzel sesli birinden Kur’an dinlemek insanı son derece mutlu eder, üzerinde fevkalade tesir bırakır, kalplerin yumuşamasına ve gönüllerin haz almasına vesile olur. Onun için hadis-i şeriflerde Kur’an’ın makam ve güzel sesle okunması tavsiye edilmiştir. Peygamberimizin ifadesiyle “Güzel ses Kur’an’ın güzelliğini daha da güzelleştirir.”

Bilindiği gibi Kur’an’ın ilk muhatabı Hz. Peygamber idi, Kur’an ona indiriliyor, O da kendisine indirilen vahyi hem yazdırıyor, hem de genellikle Ka’be’nin çevresinde yüksek sesle okuyor, inanan ve inanmayan herkes onu dinliyordu. Kur’an sıradan bir söz değil, Allah kelamıdır, kendine has bir cazibesi vardır, inansın, inanmasın dinleyenleri cezbeder. Onun için Mekke’nin siyaset, ticaret, idare ve servette ileri gelen kodamanları nüfuzları altındaki kimselerin Hz. Peygambere inanmasından endişe duyup bu yüzden onu dinlemelerini yasaklamışlardı. Bunda başarılı olamayınca bu defa adamlarına, Muhammed okumaya başlayınca gürültü yapıp onun sesini bastırmalarını, böylece okuduğunun anlaşılmasına engel olunmasını emretmişlerdi. Nitekim Fussilet Suresinin 26’ıncı ayetinde bu husus şöyle belirtilir:

وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَالْغَوْا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ

“İnkâr edenler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunur-ken gürültü patırtı çıkarın. Umulur ki bastırırsınız, dediler.”

 

Hiç şüphesiz Kur’an’ı en güzel şekilde okuyan, Kur’an kendisine indirilen Hz. Peygamberdir. Bütün sahabiler Kur’an-ı Kerim’i güzel okumayı Resûl-i Ekrem Efendimizden öğrenmişlerdir.

Peygamber Efendimizin sesinin gayet güzel olduğu sahabe-i kiramdan gelen rivayetlerle sabittir. Nitekim Enes İbn Mâlik (r.a.)’tan rivayet edilen:

عَنْ أنس رضي الله عنه قَالَ: مَا بَعَثَ اللَّهُ نَبِيًّا إِلا بَعَثَهُ حَسَنَ الْوَجْهِ حَسَنَ الصَّوْتِ. حَتَّى بَعَثَ الله نَبِيَّكُمْ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَبَعَثَهُ حَسَنَ الْوَجْهِ. حَسَنَ الصَّوْتِ

Allah her peygamberi güler yüzlü ve güzel sesli olarak göndermiştir. Nihayet sizin peygamberiniz i de güler yüzlü ve güzel sesli olarak göndermiştir.” hadis-i şerif bunu teyit etmektedir. (Sübülü’l-Hüdâ, II, 91)

 

وقال علي رضي الله تعالى عنه: ما بعث الله تعالى نبيا قط إلا بعثه صبيح الوجه كريم الحسن حسن الصوت، إن نبيكم كان صبيح الوجه كريم الحسب حسن الصوت.رواه ابن عساكر.

Hz. Ali (r.a.) Peygamber Efendimizin vasıflarından bahsederken: “Allah her gönderdiği her Peygamberi mutlaka güler yüzlü, soyu şerefli ve sesi güzel olarak göndermiştir” demiştir. (Sübülü’l-Hüdâ, II, 91)

Peygamberinizi de güzel yüzlü ve güzel sesli olarak göndermiştir.

Güzel Kur’an okur ve güzel sesli kimselerden Kur’an dinlemeyi severdi.

Abdullah İbn Mesut ashap içerisinde Kur’an bilgisi ve güzel okuyuşu ile temayüz etmiş biri idi.

Peygamber Efendimiz onun Kur’an okuyuşunu çok beğenir, zaman zaman dinlemek isterdi. Yine bir defa kendisinden Kur’an okumasını istemişti: Olayı bizzat Abdullah İbn Mesut’tan dinleyelim:

وَعَنْ ابْنِ مَسْعُودٍ رضيَ اللهُ عنهُ قالَ : قَالَ لي النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم :«اقْرَأْ عَلَيَّ الْقُرْآنَ»، فَقُلْتُ : يَا رَسُولَ اللهِ ، أَقْرَأُ عَلَيْكَ وَعَلْكَ أُنْزِلَ ؟! قَالَ :« إِنِّي أُحِبُّ أَنْ أَسْمَعَهُ مِنْ غَيْرِي »" فَقَرَأْتُ عَلَيْهِ سُورَةَ النِّسَاءِ حَتَّى جِئْتُ إلى هذهِ الآيَة :﴿ فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هؤُلاءِ شَهِيدَاً ﴾ قالَ : « حَسْبُكَ الآنَ » فالْتَفَتُّ إِلَيْهِ ، فَإِذَا عَيْنَاهُ تَذْرِفَان

Abdullah İbn Mesut (r.a.) şöyle anlatıyor:

Nebî (s.a.v.) bir defa:

“– Bana Kur’an oku” buyurdu. Ben:

“–Yâ Resûlallah! Kur’an size indirilmiştir. Ben size nasıl Kur’an okuyabilirim?” dedim. Efendimiz:

“– Ben Kur’an’ı başkasından dinlemeyi çok severim” buyurdular. Bunun üzerine ben kendilerine Nisâ sûresini okumaya başladım. “Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman halleri nice olur” [âyet 41]  anlamındaki âyete gelince:

“– Şimdilik yeter” buyurdular. Kendisine dönüp baktım, iki gözünden yaşlar boşanıyordu.

Buhârî, Tefsîru sûre(4), 9; Fezâilü’l-Kur’ân 33, 35; Müslim, Müsâfirîn 247.

Peygamber Efendimiz İbn Mesut’un Kur’an okuyuşunu takdir ederdi. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde: “Kim Kur’an’ı nâzil olduğu gibi taze okumak isterse, İbni Ümmü Abd’in kıraati üzere okusun” buyurmuştur. (İbni Mâce, Mukaddime 11; Ahmed, Müsned, I, 7,26).

62-GÜZEL SES ALLAH’IN LÜTFUDUR-1

62-GÜZEL SES ALLAH’IN LÜTFUDUR-1

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde:
زَيِّنُوا الْقُرْآنَ بِأَصْوَاتِكُمْ ، فَإِنَّ الصَّوْتَ الْحَسَنَ يَزِيدُ الْقُرْآنَ حُسْنًا
“Kur’an’ı seslerinizle güzelleştiriniz. Çünkü güzel ses Kur’an’ın güzelliğini daha da artırır.” Buyurmuştur. (Hâkim, el-Müstedrek, I, 768)
Güzel ses insanlara yüce Rabbimizin bir lütfu ve nimetidir. Onun için güzel sese sahip olanlar Allah’ın lütfuna mazhar olmuş bahtiyar kimselerdir. Her nimetin olduğu gibi güzel ses nimetinin de şükrünün eda edilmesi gerekir. Bunun yolu da insanın sesini dinen haram sayılan yerlerde kullanmayıp meşru yerlerde kullanmasıdır.
İnsanın sesini meşru yerlerde kullanılmasının bir yeri de Allah’ın kelamını o güzel sesiyle güzel okumaya çalışmasıdır.
Güzel ses ve güzel okuyuş, insanı etkiler, ruhunda büyük bir tesir bırakır. Nitekim Mutasavvıf, Şair ve Mesnevi Şârihi Tahiru’l-Mevlevi bu konuda şöyle der:
“Zevk-i selim ve tab-ı müstakim erbabı için musikinin ruhun gıdası olduğu malumdur. Hayvanlara varıncaya kadar bütün canlıların duygulandığı güzel sesten zevk almayan insanın -bilmem amma- insanlıktan pek az nasibi olmamak lazım gelir. Bir adam gerek sevinçli, gerek kederli zamanlarında işittiği güzel bir sesten inşirah duyar, müteselli olur. Bu hal, müspet bir hakikattir.” (Tahirul-Mevlevi, I, 41)
Muhaddis Münâvî de: “Güzel sesle okunan Kur’an’ın kalbe tesiri daha fazla olur, insanı daha iyi dinlemeye, kulak vermeye ve üzerinde düşünmeye sevkeder” demiştir. (Münâvî, Feydu’l-Kadîr, IV, 68)

Sahabe-i kiram içerisinde güzel sesli kimseler vardı. Peygamber Efendimiz böyle sahabilerden Kur’an-ı Kerim dinlemeyi severdi. Bunlardan birisi de Ebu Musa el-Eşarî idi. Sesi gayet güzeldi, Güzel Kur’an okurdu.
Ebû Bürde (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre “Ebû Mûsâ geceleyin evinde Kur’an okuyordu. Peygamber Efendimiz Hz. Aişe validemizle oradan geçiyorlardı. Durup Ebû Mûsâ’nın kıraatini dinlediler, sonra gittiler. Sabahleyin Ebû Mûsâ Resûlüllah (s.a.v.)’le karşılaşınca:
“- Ey Ebû Mûsâ! Dün gece sana uğradım, yanımda Aişe de vardı, sen evinde Kur’an okuyordun, durduk, seni dinledik” buyurdu. Ebu Musa da:
“- Sizin dinlediğinizi bilseydim daha güzel okurdum diye karşılık verdi. (Ebû Ya’lâ, Müsned, XII, 266)
Peygamber Efendimiz ona: “Ey Ebû Mûsâ! Sana Hz. Davud’un nağmelerinden bir nağme/bir sadâ verilmiştir buyurarak onun güzel sesini ve okuyuşunu takdir etmiştir. (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, XI, 243)
Sahabe-i Kiram’dan Abdullah İbn Mesud da güzel Kur’an okurdu. O da güzel sesli kimselerden Kur’an dinlemesini severdi. Bu konuda Alkame şöyle anlatıyor:
“Ben Kur’an okumak için Allah’ın güzel ses verdiği bir kimse idim. Abdullah b. Mesud bana Kur’an okumam için haber gönderir, ben de ona Kur’an okurdum. Kur’an okumayı bitirince, bana : “Biraz daha oku, anam babam sana feda olsun. Şüphesiz ben, Resûlüllah (s.a.v.)’in ‘güzel ses Kur’an’ın zinetidir’ buyurduğunu işittim, dedi.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, X, 83 (10023)


59-PEYGAMBER EFENDİMİZ ÖZLÜ DUALARI SEVERDİ

59-PEYGAMBER EFENDİMİZ ÖZLÜ DUALARI SEVERDİ

Kur’an-ı Kerim’deki özlü dualardan biri şöyledir:
a) “Rabbimiz bize dünyada da iyilik-güzellik ver,
b) Ahirette de iyilik-güzellik ver.
c) Ve bizi ateş azabından koru.”
Hz. Aişe validemiz belirttiğine göre Peygamber Efendimiz böyle sözü kısa, manası geniş özlü duaları severdi.
Ayette geçen ‘hasene’ kelimesi lügat itibariyle ‘hasen’ kelimesinin müennesi/dişili olup güzel, güzellik, iyilik, iyi hal, iyi amel, hayırlı iş gibi manalara gelmektedir.
Hasene kelimesi dilimizde de daha çok
“ahlâk-ı hasene/güzel huylar,
“a’mâl-i hasene/ güzel işler gibi isim tamlaması şeklinde kullanılır.
Yine dilimizde kullanılan ‘hasenât’ kelimesi de ‘hesene’ sözcüğünün çoğulu olup ‘güzel ameller, iyi işler, insanların iyiliği için yapılan hayırlı işler, iyilikler demektir. Hasene ve hasenât kelimelerinin zıttı, kötülük, fenâlık, suç, kabahat, günah gibi anlamlara gelen ‘seyyie ve seyyiât’ kelimeleridir. Kur’an-ı Kerim’de “İnne’l-hasenâti yüzhibne’s-seyyiât: İyilikler, güzel ameller ve hayırlı işler kötülükleri, küçük günahları yok eder” buyrulmuştur.
Konumuz olan âyet-i kerimedeki ‘hasene’ ile neyin kastedildiği hususunda müfessirlerin değişik görüşleri vardır. Merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in ifadesiyle, “İnsanın nefsine, bedenine, servetine ait olup elde edilmesi ile mesrur olacağı her nimet bir hasenedir. İbadet ve taat de birer hasenedir.”7
Tabiinin önde gelen âlim ve zahitlerinden Hasen Basri’ye göre dünyadaki hasene ilimdir, ibadettir. Ahiretteki hasene ise cennettir.
Yine tabiin âlimlerinden ve ilk müfessirlerden Süddi’ye göre dünyadaki hasene helâl rızıktır, ahiretteki hasene ise mağfiret/günahların bağışlanmasıdır, sevaptır.
Kimine göre de dünyadaki hasene, imandır, salih ameldir, güzel ahlaktır, faydalı ilimdir, helal kazançtır, hayırlı eş ve evlattır. Ahiretteki hasene ise afiyettir, cennet ve cennetteki nimetlerdir.
Hz. Ali (r.a.)’dan  gelen bir rivayete göre de hasene dünyada saliha kadındır, ahirette de cennettir.
Kâsım İbn Abdürrahman da haseneyi şöyle tarif etmiştir; “kime şükreden bir kalp, zikreden bir dil, sabreden bir beden verilmişse ona dünyada da ahirette de hasene verilmiştir ve cehennem azabından korunmuştur.”
İbn Kesir’in de dediği gibi, aslında ayette belirtilen dünyadaki hasene bütün güzellikleri, iyilikleri içerisine alır ve bütün kötülükleri dışarıda bırakır. Çünkü dünyadaki güzellik; sıhhat, afiyet, geniş ev, güzel eş, bol rızık, faydalı ilim, sâlih amel, iyi bineğe sahip olmak ve insanlar arasında hayırla anılmak gibi matlup olan bütün dünyevi iyiliklere şamildir.


58- FETVA VERMEK SORUMLULUK İSTER

58- FETVA VERMEK SORUMLULUK İSTER

Yüce Rabbimiz Peygamber Efendimize hitaben:
يَسْتَفْتُونَكَ قُلِ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ
“Ey Resulüm! Senden fetva istiyorlar. De ki: Size fetvayı Allah veriyor.” (Nisa, 176) buyurmuştur.
Dini konularda vaki olan sorulara verilen cevaba fetva denir.
Fetva vermek ciddi iştir. Herkes fetva veremez, fetva vermek ehliyet ister, ilim ister, amel ister.
Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatta iken fetva mercii o idi. Ashab dini müşküllerini ona arzeder, Efendimiz de gereken cevabı verirdi.
İmam Buhari el-Caimus-sahih’inde Resulullah’ın fetvalarını muhtelif başlıklar altında nakletmiştir. (Bk. İlim 22, 23, 46, 52)
Sahabe içerisinde daha Resul zamanında içtihadda bulunup fetva verenler vardı. Aslında ashabı buna teşvik eden Hz. Peygamber (s.a.v.) idi.
Ancak Resulullah zamanında ashabın fetva vermesi iki şekilde olurdu.
1- Resulullah (s.a.v.) den uzakta olmaları durumunda,
2- Resulullah’ın öğretmek ve denemek için kendilerine emretmesi durumunda.
Sahabe-i kiram olmamış olaylar hakkında fetva vermezlerdi. Kendilerine bir soru sorulduğu zaman:
“- Böyle bir olay oldu mu?” diye sorarlardı. Bazen:
“- Henüz olmadı ama ileride olabilir” denilirdi. Ashab:
“- Olsun o zaman bakarız” derlerdi.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) dönemlerinde herkes gelişi güzel fetvaveremezdi, buna müsaade edilmez, ehil olmayan kimselerin fetva vermeleri yasaklanırdı.
Hz. Ebu Bekir döneminde fetva verenler ilim ehli ve içtihat kudretine sahip olanlardı. Hz. Ebu Bekir bu sıfatları haiz olmayanlara fetva vermek için icazet vermiyordu. (Şibli, Asrı Saadet, 4/160)
Hz. Ömer de kendisinde izin almadan fetva veren kimseleri men ederdi. (Age., 4/369).
Şah Veliyullah ed-Dehlevi derki: “Eski zamanlarda vaizlerle müftüler ancak devlet başkanı tarafından tayin edebilirdi. O emretmeden bir kimse vaizlik edemez veya fetva veremezdi. Bilahare işler değişti. Herkes devlet başkanının emri olmaksızın vaaz etmeye ve fetva vermeye başladı.” Age., 4/369;
Günümüzde de bu işe bir çeki düzen verilmeli. Özellikle sorumluluğu ve ehliyeti olmayan kimselerin dini konularda gelişi güzel konuşmalarına bir çeki düzen verilmel