21 Temmuz 2016 Perşembe

26-SÜHAN-I BÎHÛDE


26-SÜHAN-I BÎHÛDE

Yüce Allah insana diğer canlılarda olmayan birçok özellikler ve güzellikler vermiştir. İnsana bahşedilen bu özelliklerinden biri de konuşma kabiliyetidir. Allah Teala insanın bu özelliğine dikkatimizi çekerek: “Çok merhametli olan (Allah) Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı ve ona beyanı öğ-retti.” (Rahmân Sûresi, 55/1-4) buyurmuştur.
Ayette geçen “beyan”dan maksat insanın, içindeki duygularını ve düşüncelerini dili ile ko-nuşarak ifade etmesidir. Dil Allah’ın insanlara lütfettiği büyük bir nimettir. Konuşma dil ile olur. İnsan meramını dili ile anlatır. Allah’ın kelamı Kur’an, dil ile okunur. Allah’a dualar, niyazlar, yalvarışlar, yakarışlar hep dil ile yapılır. Pey-gamberler Allah’tan aldıkları emirleri insanlara dilleriyle tebliğ etmişlerdir. Vaazlar, nasihatler, irşatlar dil ile yapılır. Acı ile tatlı, dil vasıtasıyla anlaşılır. Şu halde dil insana bahşedilen büyük bir nimettir. İnsanın ne olduğu da dilinden anlaşılır. Onun için Hz. Ali: “Kişi dilinin altında gizlidir” demiştir. İran’ın ünlü düşünürü Şeyh Sa’dî de şöyle der: “Ey akıllı zat, ağız içindeki dil nedir? Hüner sahibinin hanesinin anahtarıdır. Bir dükkânın kapısı kapalı olunca o dükkânın sahibi cevahirci midir, yoksa çerçi midir bilinmez.”
Mademki dil insana lütfedilen büyük bir nimet, her nimetin olduğu gibi dilin de sorumlulukları vardır.
Ünlü Divan Şairi Nabi bir beytinde:
“Sühan-ı bîhûdeden hoş gelir âvâz-ı horos
Bâri manasını bilmezse de hengâmı bilir.”
demiştir.
Beyitte geçen ‘sühan’ söz demektir, ‘bîhûde’ bey-hude, anlamsız, manasız, boş, ‘hengâm’ da zaman demektir. Buna göre beytin anlamı şöyle olur:
Manasız, anlamsız, lüzumsuz sözlerden horozun sesi daha hoş, daha güzel gelir. Zira o manasını bilmese de öteceği zamanı, ne zaman ötüp ne zaman ötmeyeceğini bilir.
İnsan horoz gibi olmamalı, konuştuğu sözün manasını da bilmeli, nerede ne konuşacağını da bilmeli.
Yapılan konuşmanın güzel ve etkili olabilmesi için iki hususa riayet edilmesi gerekir:
Birincisi, söz muktezayı hale uygun olmalı yani yerinde ve zamanında söylenmeli. Nitekim “vaktinde söylenilen söz yerinde kullanılan silah gibidir” de-nilmiştir.
İkinci de sözün fasih yani açık seçik ve anlaşılır olmasıdır. Bu iki şartı taşıyan yani fasih/açık seçik ve yerinde söylenmiş olan söze beliğ denir.
Konuşmada dikkat edilecek hususlardan biri de düşünerek ve sözün varacağı yeri hesap ederek konuşmaktır
“Düşünmeden konuşmak nişan almadan ateş etmeye benzer.” denilmiştir.
İşte bu şartları taşıyan söz cevher gibi kıymetli olur ama cevher de çok bulunmaz. Nitekim ünlü divan şairi Bâkî bu hususu bir beytinde pek veciz olarak şöyle ifade etmiştir:
Çoğ olmaz bu tarza gazel Bâkıyâ

Güzel söz güherdir, güher az olur.

19- KUSURSUZ KUL OLMAZ


19- KUSURSUZ KUL OLMAZ

Her insanın kusuru, hatası vardır. Kusursuz kul, hatasız insan olmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde:
“Hepiniz hata edersiniz, hata edenlerin en hayırlısı tevbe edenlerdir.” buyurarak buna dikkatimizi çekmiştir.
Şair de bu hususu:
“Cihanda bî kusur insan bulunmaz
Velâkin her kusur teftiş olunmaz.”diyerek ne güzel ifade etmiştir.
İnsanın kusur ve hatadan uzak olması için melek olması gerekir. Oysa insan melek değil, beşerdir. Beşer şaşar, yanılır, hata eder.

اعظمُ العيوبِ اَنْ تَتَوَهَّمَ اَنَّكَ خالٍ من كل عيب
Kusurların en büyüğü insanın kendisinin bütün kusurlardan hali olduğunu, başka bir ifadeyle kusursuz olduğunu görmesi, hatasız olduğunu sanmasıdır.
Kendini kusursuz gören kimse, başkalarının kusurlarını, hatalarını araştırmaya çalışır. Öyle insanlar var ki şairin dediği gibi:
Görmüyor kendisinin pür hezeyan kellesini
Görüyor başkasının zerre kadar zellesini.
İnsanoğlu genellikle böyledir. Kendi kusuru ne kadar çok olursa olsun görmez, başkalarının küçücük kusurlarını görür. Tabiinin büyük âlim ve zahitlerinden Hasan Basri hazretleri:
تُبصِر القَذَى في عين أخيك وتَنْسَى الجِذْعَ في عينك
"Kardeşinin gözündeki çöpü görüyorsun da kendi gözündeki merteği unutuyorsun.” diyerek insanın bu kötü huyuna dikkati çekmiştir.
Oysa erdemli kişilere gerekken başkalarının kusurlarını araştırmak değil, kendi kusurlarını görmektir. Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerinde:

طُوبَى لِمَنْ شَغَلَهُ عَيْبُهُ، عَن عُيُوبِ النَّاسِ
“Kendi kusurları, başkalarının kusurlarını araştırmaktan kendisini alıkoyan kimseye ne mutlu” buyurarak bu hususa dikkatimizi çekmiştir. Zaten başkalarının kusurlarını araştırmayan erdemli kişilerde kusur çok da olmaz. Şairin:
“Nadir bulunur tıynet-i kâmilde kusur
Kem mâyeden eyler ne ki eylerse zuhur”
beyti bu hususu gayet güzel olarak ifade etmektedir.
17. Asır ünlü Divan şairlerinden Sümbülzade Vehbî de bir beytinde, olgun kimsenin başkalarının kusurlarına gözlerini kapatıp, kendi kusurlarını göreceğini belirterek şöyle demiştir:
Ayb-ı diğerden edip gadd-ı basar
Kendi aybın görür ashab-ı nazar.”

17. yüzyıl şairlerinden Nâil-i Kadîm de şöyle diyor:
Nâzır bulunma aybına âlemde kimsenin
Bedhâh-ı nâkesân bile olma kerim isen[1].
Anlamı şöyle: Bakma dünyada kimsenin kusuruna/Şerefli bir kimse isen başkalarının kötülüğünü isteyen alçak kimse olma.

Mümin kimsenin kusurunu, hatasını araştırmaz, hep kendi kusuruna, kendi hatasına bakıp düzeltmeye çalışır.
Şam Kadılığı da yapmış olup üç lisanla (Arapça, Türkçe, Farsça) şiirler yazmış ve 1693’te vefat etmiş olan Yüsrî Ahmed Efendi bir beytinde; duvardaki yarık ve çatlakları boya ve cilanın giderdiği gibi insanın kusurlarını da onun güzel hal ve yaşayışının gidereceğini şöyle belirtir:

Salâh-ı hâlidir, örten uyûbunu halkın
Nihân eder eser-i rahne-i cidârı tıla”[2]

EK
إِذا أرَادَ الله بِعَبْدٍ خَيْراً جَعَلَ لَهُ واعِظاً مِنْ نَفْسِهِ يَأمُرُهُ وَيَنْهاهُ (فر) عَن أم سَلمَة.
Allah (c.c), bir kulunun hayrını (iyiliğini) isterse, ona kendi içinden bir nasihatçi nasip eder. Böylece ona iyilikleri emreder ve onu haramlardan da sakındırır.” [bk. Münavi, Feyzü’l-Kadir 1/ 272 (419); Aclunî, Keşfu'l-Hafa 1/ 78]




[1]Nâzır bulunma: bakma, Bedhah: Başkasının kötülüğünü isteyen, Nâkes: Soysuz, alçak
[2] Nihân: gizli; rahne: yarık, gedik; tıla:boya, cila.

17 Temmuz 2016 Pazar

17- SERRA’DAN İNCİLER


17- SERRA’DAN İNCİLER

Serra; torunum, sekiz yaşında. İlkokul ikinci sınıfta. Babasının işi dolayısıyla Ankara’da yaşıyor. Tatillerde ve her fırsatta dedesini ziyarete geliyor. Yine 6 Nisan 2016 Çarşamba günü ziyaretime geldi. Yanında “Mangala” isimli zeka ve strateji oyunu vardı.
Serra:
- Dede, Mangala oynayalım mı dedi? Ben:
- Bilmiyorum, dedim. Serra:
- Öğrenirsin dedi.
- Öğrenemem dedim.
- Dede, öğrenemem dersen öğrenemezsin, öğrenirim de, dedi ve ilave etti ben bu işi yapmam dersen yapamazsın, ben bu işi yaparım de, dedi. Benim yıllarca öğrencilerime anlattığım ve tavsiye ettiğimi hususları şimdi Serra bana tavsiye ediyordu.
Bu Serra’dan aldığım ilk ders, ilk öğüt oldu, bakalım konuşmanın seyri nasıl gidecek.? Ben:
- Ama bunu öğrenmek zor dedim. Serra ikinci öğüdünü patlattı.
- Dede zor diye bir şey yoktur, zor dersen zor olur. Kolay diye de bir şey yoktur, çalışmak gerekir, dedi.
Aman Allah’ım bu ne güzel inci gibi öğütler.
Zamane çocuğu diye boşuna dememişler.
Ben Serra’ya öğüt vermek istiyordum o bana öğüt verdi. Demek ki her zaman dedeler torunlarına öğüt vermez, bazen torunlar da dedelerine öğüt verir.
Altmış yedi yaşında bir dede ve kırk senelik öğretim görevlisi olarak bir daha anladım ki;
Akıl yaşta değil, baştadır.
Her zaman küçükler büyüklerden öğrenmez.

Büyüklerin küçüklerden öğreneceği şeyler de vardır.

31- REHBER ZANNETTİĞİNİZ REHZEN OLMASIN


31- REHBER ZANNETTİĞİNİZ REHZEN OLMASIN

Yüce Rabbimiz Hûd Sûresinin 96-98’nci ayetlerinde şöyle buyurmuştur:

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ
 إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاتَّبَعُوا أَمْرَ فِرْعَوْنَ وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ
يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ

Andolsun ki Biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir belgeyle Firavun'a ve önde gelen adamlarına elçi olarak gönderdik. Onlar Firavun-'un emrine, buyruğuna uydular. Oysa Firavun'un emri, işi, gidişatı, hali, vaziyeti doğru değildi.
Firavun bu dünyada kendisine uyup peşinden giden cemaatinin kıyamet gününde önüne geçip onları suya, çeşmeye götürüyormuş gibi ateşe, cehenneme götürecek. Varacakları o yer ne ka-dar da fena bir yerdir!
Bu ayet-i kerimelerden anlaşılıyor ki:
İnsanlar, kendisine uyup peşinden gidecekleri rehberi seçmede dikkatli olmalılar. Rehber yol gös-teren, rehzen ise yol kesen demektir. Rehber diye rehzenin peşinden gitmemeliler. Şair ne güzel söy-lemiş:
Mizana vur konuştuğun ihvanı ibtida
Rehber zannettiğin rehzen olmasın.
Dinimizde genel olarak herkes kendinden sorum-ludur.
Bir cemaatin önüne düşüp onlara rehberlik ya-pan ise kendisinden sorumlu olduğu gibi cemaatin-den de sorumludur. Onun için rehber kendisine samimiyetle bağlanan cemaatini istismar etmemeli, onlara olmayacak şeyleri vaad ederek onların temiz duygularını kötüye kullanmamalı. Onları suya gö-türüyormuş gibi ateşe götürmemeli. Suya, susuzlu-ğu giderip harareti söndürmek için gidilir, ataş ise tam tersine susuzluğu ve harareti daha da artırır.

Kendisi doğru olmayanının işi de, buyruğu da emri de fermanı da doğru olmaz, sonu hayra çıkan isabetli bir emir ve karar veremez.

30- BELVÂ-İ ÂMME



30- BELVÂ-İ ÂMME

Belvâ, sözlükte, musibet, zahmet, ıstırap, meşakkat, güçlük gibi anlamlara gelir. Âmme, ise bütün, herkes, umûm demektir. Buna göre "belvâ-i âmme" herkesi kapsayan meşakkat ve güçlük demektir.
Terim olarak belvâ-i âmme; kaçınılması güç, umûmun mübtela olduğu bir şey hakkında hususi bir hüküm verilmesidir.
Dinimiz kolaylık dinidir. Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk değil ", (el-Bakara, 2/185) buyrulur. Bu nedenle "belvâ-i âmme" fıkhın fer'î kaynaklarından biri olmuştur. Müslümanların çoğunun uğradığı güçlük ve meşakkatler bu kaideye dayanılarak hafifletilmiştir. Bunlardan birkaç misal verelim:
Sokakta elbisemize sıçrayan ve korunması mümkün olmayan su ve çamur damlalarıyla namaz kılmanın caiz olması;
Özürlü kimselerin özürleri sebebiyle bulaşan pislikle namaz kılmalarının caiz olması;
Çocukların öğrenmek için abdestsiz olarak Kur'an-ı Kerîm'i ellerine almalarının caiz olması;
Binalardaki tuvaletlerde tuvalet esnasında ön ve arkayı kıbleye çevirmenin caiz olması; (İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, Kahire 1968, s. 76-77).
Doktor ve sağlık görevlilerinin tedâvî için kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakmalarının caiz olması gibi.

Ancak hakkında nas olan hükümler "belvâ-i âmme" sebebiyle kolaylaştırılamaz. İnsanın idrarı elbisesine bulaşır, bunda belvâ-i âmme vardır, diye idrarın necis olmadığına hükmedilemez, çünkü bu konuda nas vardır. (Atıf Bey, Mecelle Kavâid-i Kulliyye Şerhi, İstanbul 1327, s. 25).

29-İMAN İKİ NEVİDİR


29-İMAN İKİ NEVİDİR

Hasan Basri züht ve takvasıyla meşhur olup tabi-inin büyük âlimlerindendir. Hicri 21 senesinde doğmuş, Medine’de büyümüş, 110 senesinde Bas-ra’da vefat etmiştir. Babası Yesar, Meysan Savaşında esir edilip Medine’ye getirilmiş, annesi Neyyir de Ümmü Seleme Validemiz’in azatlısıdır. Hasan Basrî’nin ailesi Medine yakınlarındaki Vâdi’l-Kura’da oturuyordu. Annesi Ümmü Seleme Validemiz’e hizmete gelirken küçük Hasan da beraber gelir, ezvâcı tâhirâtın oturduğu evleri dolaşırdı. Annesinin meşgul olduğu bir zamanda ağlayan Hasan’a Ümmü Seleme Validemiz memesini vermişti. İşte Hasan’ın ilim ve derin hikmet sahibi olması buna bağlanır.
Çocukluk günlerini Medine’de geçirdiği için sa-habede gördüğü zühd hayatı onun ruhunda derin izler bırakmıştır. Bu zühd havasını Basra’ya götürdü. Çok etkili konuşmalar yapardı. Daha çok ölüm ve ahiret hayatından bahsederdi. Şöyle derdi:
“Vallahi 70 Bedirliye yetiştim, çoğu kez giydikleri sof idi. Eğer siz onları görseydiniz deli sanırdınız. Onlar da sizin iyilerinizi görselerdi “Bunların ahirette bir nasibi yok derlerdi.” ve “Öyle insanlar gördüm ki dünyaya ayaklarının altındaki toprak kadar değer vermezlerdi.” (S. Ateş, şari Tefsir Okulu, s. 39-40)
رُوِيَ أَنَّ الْحَسَنَ سَأَلَهُ رَجُلٌ وَقَالَ: أَمُؤْمِنٌ أَنْتَ؟ فَقَالَ: الْإِيمَانُ إِيمَانَانِ، فَإِنْ كُنْتَ تَسْأَلُنِي عَنِ الْإِيمَانِ باللَّه وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ، فَأَنَا مُؤْمِنٌ، وَإِنْ كُنْتَ تَسْأَلُنِي عَنْ قَوْلِهِ: إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ فو اللَّه لَا أَدْرِي أَمِنْهُمْ أَنَا أَمْ لَا؟

Rivayet edildiğine göre, birisi Hasan el-Basri'ye:
"- Sen mü'min misin?" diye sormuştu. O da:
"- İman iki çeşittir. Eğer sen benim, Allah'a, me-leklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip etmediğimi soruyorsan, ben mü’minim. Yok, sen, Enfal Suresinin başındaki ayetlerde anlatılan manada bir mü’min olup olma-dığımı soruyorsan, Allah'a yemin ederim ki, onlardan olup olmadığımı tam bilemiyorum" demiştir.
(bk. Râzî, Tefsir, XV, 454)
Sözü edilen ayetler Enfâl Suresinin 2-4’üncü ayetleridir. Bu ayetlerde kâmil müminlerin beş güzel vasıfları belirtiliyor:
1- Onlar, Allah’ın ismi anılınca kalpleri ürperir,
2- O’nun ayetleri okunduğunda imanları artar.
3- Onlar sadece rablerine güvenip dayanırlar,
4- Onlar namazı dosdoğru kılarlar,
5- Ve onlar kendilerine verdiğimiz mal ve diğer imkanlardan bir kısmını Allah yolunda harcarlar.
İşte bunlar, gerçek mü’minlerdir. Rableri katında onların yüksek dereceleri vardır. Onlar bağışlanacak ve kendilerine bol rızık verilecektir.” buyrulmuştur.
Görüldüğü gibi Hasan Basri Hazretleri kendisine: “Sen mü’min misin?” diye soran kimseye;
İmanın iki çeşit olduğunu;
Bunlardan birinin iman esaslarına inanmak ol-duğunu, bu manada kendisinin bütün iman esasla-rına şeksiz şüphesiz inandığı için mümin olduğunu;
Diğerinin de;
Allah anıldığı zaman kalbin ürpermesi,
O’nun ayetleri okununca imanın kuvvetlenip artması,
Sadece Allah’a dayanılıp güvenilmesi,
Namazın şartlarına ve adabına riayet edilerek dosdoğru kılınması,
Allah’ın vermiş olduğu mal ve imkânların diğer insanlarla paylaşılması gibi kâmil bir imanın, inanan üzerinde göstermiş olduğu etki olduğunu, işte bunların kendisinde tam olarak olup olmadığını bilmediğini söylemiştir.
Yüce Rabbimiz cümlemize hem iman esaslarına şeksiz şüphesiz inanmakta devam etmemizi, hem de inan-cımızın tesirinin üzerimizde görülmesini nasip etsin.

28-RAMAZAN GELENEKLERİMİZDEN: CER


28-RAMAZAN GELENEKLERİMİZDEN: CER

Osmanlılar döneminden kalma üç aylara, özellikle Ramazan ayına mahsus geleneklerimizden biri de cer olayı idi.
Arapça bir kelime olup cerra yecurru fiilinin mas-tarı olan cer, sözlükte bir şeyi çekmek, sürüklemek, çekerek götürmek, yedeğe alıp çekmek, arkası sıra sürüklemek, cezp etme, kendine doğru çekme gibi anlamlara gelir. Araplar: “el-kelâm yecurru’l-kelâm” derler ki anlamı, “söz sözü çeker” demektir. Cer ke-limesi, menfaat celbetmek, fayda sağlamak manasına da kullanılmaktadır. Fıkıh kitaplarında zikredilen “ قَرْضٍ جَرَّ نَفْعاً فهو رِباًكُل menfaat sağlayan her borç verme işlemi ribadır.” İfadesindeki ‘cerre’ fiili bu manada kullanılmıştır.
Cer kelimesinin bu sözlük manalarının dışında, Arapçada olmayan, bizim dilimizde kazanmış olduğu bir manası daha vardır ki o da, eskiden medrese talebelerinin üç aylarda özellikle ramazan ayında bir yıllık geçimlerini sağlamak için köy ve kasabalara gidip imamlık ve vaizlik yapmalarına denirdi. Buna “cerre gitme” denirdi.
M. Salâhî, Kâmûs-i Osmânî isimli eserinde (III, 203) cerre gitme ifadesini şöyle tarif etmektedir:
“Talebe-i ulûmun şuhûr-i selâsede bilâd-i müna-sibe ve kurâ-yı cesîmeye azîmet ve ta’lîm-i âdâb-ı diniye ve icrâ-yı mevâiz-ı lâzimeye sa’yu gayret ederek cem-i erzâk venukûd edişleri demektir.”
Yetişmiş medrese talebeleri gittikleri köy kasaba ve şehirlerde halka vaaz ederler, Kur’an okurlar, okuturlar ve halkın sorularını cevaplandırırlardı. halk da onlara “cer akçesi” veya “zekât” akçesi denilen bir miktar yardımda bulunurdu. Bu uygulama hem halk için hem de medrese talebeleri için çok yararlı olurdu. Bu yararları şöyle sıralayabiliriz:
1- Bu uygulama ile din hizmeti halkın ayağına götürülmüş olurdu.
2- Medrese talebeleri pratik yapmış, öğrendiklerini uygulama alanı bulmuş olurlardı.
3- İlim yolcularının temel görevlerinden biri olan irşad görevi yerine getirilmiş olurdu.
4- Medrese ile özellikle İstanbul gibi büyük şehir-lerdeki medreselerle halk arasındaki kaynaşma sağ-lanmış ve aralarındaki kültürel farklılıklar belirli ölçüde giderilmiş olurdu.
5- Ayrıca medrese talebeleri bir yıllık ihtiyaçlarını temin etmiş olurlar böylece kimseye yük olmadan eğitim hayatlarını sürdürürlerdi.
Cer olayı başlangıçta hem halk için hem de med-rese talebeleri için böyle yararlı olmasına rağmen zamanla bozulmuş, medrese mollası yanında bir de cer mollası türemiş, artık cerci ve cerrâr kelimeleri halkın nefretini çekip menfi manada kullanılmaya başlanmış, yeni cerrârlar türemişti. Nitekim Rûhî Bağdâdî bir şiirinde, “Cerrar deyu vermez sana Tanrı selâmın…” ifadesiyle halkın bunlara bakışını belirtmiştir. Cerrar; cer edici, bir şey mukabili ol-maksızın kendine maddi menfaat celbeden, ekseriya her gördüğünü istemekten utanmayan dilenci demektir.
Osmanlılar zamanında devam eden cerre gitme durum cumhuriyetin ilk yıllarında da devam etmiştir.
Faruk Uslu

Rivayet odur ki; cer toplayan Ahmed adında bir zat kapıyı çalar. İçeriden "kim o" sorusuna "cerci Ahmed" yanıtını verir. Bunun üzerine ev sahibi "benim bildiğim 'ahmed' cer ve tenvin kabul etmez" der. Ahmed efendi de şöyle cevap verir " Ağanın cebine muzaf olursa eder"

27-BAYRAMLAR: SEVME, SEVİLME, SEVİNDİRME GÜNLERİ


27-BAYRAMLAR: SEVME, SEVİLME, SEVİNDİRME GÜNLERİ


Orucu, iftarı, sahuru, teravihi ve mukabelesiyle, bir mübarek Ramazan ayını daha geride bıraktık.
Ramazanın manevi zevk ve hazzının ardından bayramın zevkini ve hazzını tadıyoruz. Topluca tek-birlerle bayram namazı kılıyoruz, sonra yine topluca yemekler yiyip, büyüklerimizle, eşimizle, dostumuzla bayramlaşıyoruz. Bunların her birinin bir manevi zevki ve hazzı vardır. Üsküplü şair Yahya Kemal Beyatlı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinin bir yerinde bu coşkuyu şöyle ifade eder:
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Bayramlar, sevme, sevilme ve sevindirme günle-ridir.
Bayramlar yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma günleridir.
Bayramlar kırgınlık ve dargınlıkların giderildiği, küsülülerin barıştığı günlerdir.
Bayramlar neşe ve sevinç günleridir.
Bayramlar merhum Mehmet Akif Ersoy’un ifa-desiyle hoş ve şetâretli/sevinçli zamandır;
Afak bütün hande, cihan başka cihandır.
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır.
Bu duygu ve düşüncelerle bütün din kardeşleri-mizin bayramlarını tebrik ediyor, Yüce Rabbimizden hayırlara vesile kılmasını niyaz ediyorum.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

25-ÇALMA KAPISINI ÇALARLAR KAPINI


25-ÇALMA KAPISINI ÇALARLAR KAPINI

Hz. Akîl, Peygamber Efendimizin amcası Ebu Talib’in oğlu olup Hz. Ali ve Cafer-i Tayyâr’ın ağa-beysidir. Hz. Ali’den yirmi yaş, Cafer’den de on yaş büyüktür. Başlangıçta Müslüman olmamış, Bedir muharebesine müşrik olarak Kureyş’in zorlamasıyla katılıp esir düşmüş, fidye verip de kurtulacak malı olmadığı için amcası Abbas fidyesini vererek kurtarmıştır.
Akîl Hudeybiye antlaşması döneminde Medine’ye hicret ederek Müslüman olmuştur.
Bir defa Akîl ile Muaviye sohbet ediyorlardı, yanlarında Şamlılar vardı. Muâviye, güya Akîl’i küçük düşürmek için:
“- Ey Şamlılar! Allah’ın kitabında buyrulan ‘Ebû Leheb’in elleri kurusun ve kendisi kahrolsun’ ayetini duydunuz mu?” dedi. Şamlılar:
“- Evet, duyduk” dediler. Muâviye devamla:
“- İşte Ebû Leheb, bu Akîl’in amcasıdır” dedi.
Bu kez söz sırası Akîl’e gelmişti. Akîl zeki bir kimseydi, hiç vakit geçirmeden sordu:
“- Ey Şamlılar! Aynı sûredeki ‘Ebû Leheb’in odun hamalı olan karısı...’ sözünü duydunuz mu?” dedi. Şamlılar yine:
“- Evet, duyduk” dediler. Akîl:
“- İşte o kadın da Muâviye’nin halasıdır” diyerek ona hak etmiş olduğu cevabı vermiştir.
Molla Câmi bunu anlattıktan sonra şöyle öğüt verir: “Akıllı kişi kendi kusuruna bakar, başkasının kusurunu görmez. Senin kusurunu görmezden gelenin sen de kusuruna bakma.”
Lâmi’î Zâde Abdullah Çelebi de aynı olayı anlat-tıktan sonra manzum olarak şöyle der:
Vardur ki sende naks sakın aybın âharun
Urma yüzüne çekmeyesin tâ hacaleti
Terk eyleyüp özünde uyûbun mazarratın
Bilmem ne nef’ider sana halkın fezâhatı.
Anlamı özetle şöyle:
Mademki sende kusur vardır, öyle ise utanç duymamak için başkalarının kusurlarını yüzlerine vurma.
Sen kendindeki kusurları terk etmeye bak.
Halkın rezil edilmesi sana ne fayda sağlar bilmem ki? (Lâmi’î Zâde Abdullah Çelebi, Latifeler, s. 45)
Hiç kimse kusursuz değildir, başkalarının kusurunu söyleyip onu mahcup etmeye çalışan, kendi kusurlarının söylenmesine zemin hazırlamış olur.

Eee ne demişler: Men Dakka duka: Çalma kapısını çalarlar kapını.

24- HZ. ZEYNEP VALİDEMİZİN CÖMERTLİĞİ



24- HZ. ZEYNEP VALİDEMİZİN CÖMERTLİĞİ

Cömertlik güzel bir meziyet olup yüce Rabbimizin insanlara bir lütfu, bir ihsanıdır. Onun için bu yüce lütfa mazhar olanlar ayrıca Allah’a şükretmeliler.
Peygamber efendimiz çok cömert idi, cömertlikte emsali yoktu. Onun bu cömertliği Ramazan’da daha da çoğalırdı. Nitekim Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas’ın oğlu Abdullah (r.a.), Efedimizin cömertliği ve Ramazan hayatından bahsederken şöyle demiştir:
Allah Resulü insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman da Ramazan ayında Cebrail ile buluştuğu zamandı. Cebrail Ramazan ayının her gecesinde Hz. Peygamberle buluşarak onunla Kur'ân'ı müzakere ederdi. Gerçekten Allah Resulü hayır hususunda esen rüzgârdan daha cömertti.” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 5)
Efendimizin hane-i saadetlerinde bulunan muhterem eşleri de çok cömertti; yiyeceklerini, içeceklerini yoksullara seve seve verirlerdi. Fakat Cahş kızı Zeyneb validemiz eşleri içerisinde en cömert olanı idi. Nitekim Hz. Aişe validemiz onun bu cömertliğini şöyle anlatıyor:

Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz biz eşlerine; “sizin içinizde bana cennette en önce kavuşacak olanınız, kolu en uzun olanınız olacaktır” buyurdu. Biz Resûl-i Ekrem’in bu sözüne o zaman pek anlam verememiştik. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra biz hanımları bir arada oturmuş sohbet ediyorduk. Efendimizin bu sözünü hatırladık, hemen kalkıp kollarımızı duvara uzatarak ölçmeye başladık. İçimizde en kısa boylu Zeyneb olduğu için, haliyle kolu en kısa çıkan da o olmuştu. Daha sonra hanımları içerisinde en önce vefat eden o olunca, anladık ki Efendimiz, “kolu en uzun olanınız” sözüyle, en cömert ve eli en açık olanımızı kastediyormuş. (İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 108; Müslim, Fedâilü’s-sahabe, 101)

23- ORUÇTAKİ MANEVİ ZEVK


23- ORUÇTAKİ MANEVİ ZEVK

"Men lem yezuk lem ya’rif: Tatmayan bilemez." denilmiştir.
On beşinci yüz yılın büyük bilgin ve mutasavvıfı Horasanlı Molla Câmî (ö.898/1492) meşhur eseri Baharistan'da (s. 142) şöyle bir hikaye anlatır:
Bedevînin biri bir gün devesini kaybeder, arar bir türlü bulamaz. Sonunda:
"- Her kim devemi bulup getirirse kendisine iki deve vereceğim." diye ilan eder. Kendisine:
"- Bu ne tuhaf bir iş, bir deve kaybediyorsun, bulmak için iki deve veriyorsun." diyenlere, Bedevî:
"- Kaybettiğine kavuşma zevkini tatmamış olduğunuz nasıl da anlaşılıyor." diye cevap verir.
Oruç da böyledir; inançlı bir kimse oruç tutmaktan dolayı büyük bir zevk alır, haz duyar. Onun için bu zevki tadanlar Ramazan orucuyla yetinmiyorlar, diğer mübarek aylar ve günlerde de nafile olarak oruç tutuyorlar.
İmanın da manevî zevki, hazzı ve tadı vardır. Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde:
ذَاقَ طَعْمَ الْإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا
"Kim kendi istek ve rızası ile Allah'ı Rab, İslamı din ve Muhammed'i peygamber edinirse imanın tadını tadar, zevkini alır."1 buyurmuştur.

Konumuzu yüce Rabbimizin şu evrensel mesajı ile noktalayalım:
إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ  الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

"Allah, sapıklığı isteyenleri sapıklıkları içerisinde bırakır, kendisine yönelenleri de hidayete erdirir. İşte onlar iman edenler ve gönülleri Allah'ı zikretmekle, O'na ibadet etmekle huzur bulan kimselerdir. Şunu iyi bilin ki; kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur." (Ra’d Suresi, 13/27-28)

22- ORUÇ SEVİMLİ BİR İBADETTİR


22- ORUÇ SEVİMLİ BİR İBADETTİR

Biz müminleri yüce Rabbimize yaklaştıran ibadetlerimizden biri de senede bir ay yerine getirmekle yükümlü olduğumuz Ramazan orucudur.
Oruç sevimli bir ibadettir; zevkle, şevkle, sevinç ve neşeyle tutulur. Onun için memleketimizde diğer ibadetlere nispetle oruç tutanların sayısı daha çoktur. Nice düzenli olarak beş vakit namazlarını kılamayan kimseler vardır ki Ramazan orucunu büyük bir coşku ve zevkle eksiksiz tutarlar ve bundan büyük haz alırlar.
Ramazan ayı müminler için dînî yaşayış ve heyecanın doruk noktada olduğu neşe ve hareketle geçen bir aydır.
Ramazan ayı oruç ayıdır, fakat Ramazan ayında sadece oruç tutulmaz.
Ramazan ayının dini hayatımız, sosyal ve kültürel hayatımızdaki yeri fevkalade önemlidir. Fert ve toplum hayatımızı büyük ölçüde etkilemektedir.
Ramazan ayı yardımlaşma ayıdır, dayanışma ayıdır, fakirlerin, yetimlerin, yoksulların, kimsesizlerin gözetildiği bir aydır.
Ramazan ayı topluca yapılan iftarları, cemaatle kılınan teravihleri, huşu ile dinlenilen mukabeleleriyle tam bir birlik, beraberlik ve kaynaşma ayıdır.
Sadaka-i fıtırlar bu ayda verilir. Müminler genellikle zekatlarını da bu ayda verirler. Böylece Ramazanda:
Hem fakirler sevindirilmiş,
Hem daha çok sevap alınmış,

Ve hem de kameri ayda verilme esası gözetilmiş olur.

21- DERTSİZ BAŞ MEZARA TAŞ



21- DERTSİZ BAŞ MEZARA TAŞ

İmam Şafii Hazretleri divanında:
“Mihanü’z-zemâni kesîratün lâ tenkadî / Ve sürûruhû ye’tîke ke’l-e’yâdi: Dünyanın mihneti meşakkati çoktur, tükenip bitmez. Sevinci ise bayramlar gibidir, senede ancak iki kere gelir. diyerek dünyanın mihnet, meşakkat, bela ve zorluklarla dolu olduğunu belirtmiştir.
İlim şehrinin kapısı Hz. Ali (r.a.) da:
“Zevâyâ’d-dünyâ meşhûnetün bi’r-Razâyâ / El-Berâyâ ehdâfü’l-belâyâ: Dünyanın her yeri musibet ve belalarla doludur, İnsanlar da belaların hedefidir.” Onun için ‘lâ râhate fid-dünyâ/ dünyada rahat yoktur, dünya rahat yeri değildir, denilmiştir. Son dönem mütefekkir, edib, şair ve yazarlarından Ferit Kam bir dörtlüğünde “dünyada rahat yoktur” sözünü açıklar mahiyette manzum olarak şöyle demiştir:
“İman ile eyle nazar,
Dünya elem dünyasıdır,
Dünyada rahat istemek
Divaneler hülyasıdır.”
Bir atasözümüzde “dertsiz kul olmaz” denilmiştir. Dünyada mutlaka herkesin bir derdi, bir sıkıntısı vardır. Ancak iki durumda; ya ölü olmak, ya da deli olmak durumunda dertsiz olunabilir. Onun için “dertsiz baş mezarda gerek” denilmiştir.
Tanzimat devri ünlü şairlerinden devlet ve fikir adamı Ziya Paşa bir kıt’asında bu hususu şöyle dile getirmiştir:
Peymâne-yi vücûda zehr-âb dolmasaydı
Âzâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan
Yâ dehre gelmeseydim yâ aklım olmasaydı.
Hz. Ali (r.a.) da: “el-âkılu mehmûmün mağmûmun: Akıllı kimse dertli ve hüzünlüdür.” Demiştir.
Ferid Kam da bu hususu şöyle ifade etmiştir:
“Herkesin bir derdi vardır yoklasan vicdanını
Vermemişler kimseye âzâdelik fermanını.”

Demek ki yoklansa mutlaka herkesin bir derdinin olduğu görülür, hiç kimseye dertten, gamdan, kederden beri olma fermanı verilmemiştir. Hatta en neşeli, en gamsız görünen kimselerin bile derdinin, sıkıntısının olduğu bilinmektedir. Onun için bir atasözümüzde: “Değirmene vardım derdimi yanmaya, değirmen başladı, tıngır mıngır dönmeye.” denilmiştir ki mübalağa sanatı yoluyla değirmen gibi cansız varlıklara varıncaya kadar herkesin ve her şeyin gamdan, kederden ârî olmadığı ifade edilmiştir.
Konu hülasa edilecek olursa Ziya Paşa’nın manzum olarak ifade etmiş olduğu şu neticeye varılır:
Her âkile bir derd bu âlemde mukarrer
Rahat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan.

Akıllı olup da bu dünyada gamsız, kedersiz, rahat yaşamış kimse düşünülemez. Herkesin mutlaka bir gamı, kederi vardır. Kendisinin yoksa yakınlarının vardır, etrafındakilerin vardır. İslam âleminde veya dünyanın şurasında burasında zulme uğrayıp evlerini barklarını terk edenler, yetersiz sağlık hizmeti götürülemediğinden veya açlıktan ölenler vardır. Aklı başında olan sıradan bir kimse bütün bunlara bigâne kalıp rahat içerisinde yaşayabilir mi? Elbette yaşayamaz. Müslüman ise asla rahat içerisinde yaşayamaz. O, Sevgili Peygamberimizin: “Men esbaha lâ yehtemmü’l-müslimîne fe leyse minhüm: Müslümanların dertlerini, kederlerini kendisine dert edinmeyen onlardan değildir” hadis-i şerifini ve anlamını pekiyi bilir.

Mümin hem diğer insanların derdini kendine dert edinir, hem de bizzat kendi başına gelen bela ve musibetleri abartmaz, halinden şikâyette bulunmaz, kabullenir. Bunun neticesinde görünüşte aleyhine gibi olan bu dert ve belalar onun lehine döner. 

20- MÜBAREKLER ALLÂME BİLMEDİKLERİ ŞEY YOK



20- MÜBAREKLER ALLÂME BİLMEDİKLERİ ŞEY YOK

Televizyonlarda dini konularda konuşan veya program yapan hocalarımız ve akademisyenlerimizin bazılarına bakınca doğrusu insanın iftihar edesi geliyor.
Neden mi? Söyleyeyim:
Söz konusu hocalarımızın ve akademisyenlerimizin maşallah bilmedikleri bir konu, cevap veremedikleri bir soru yok. Allah onları kem nazarlardan korusun, milletimize memleketimize bağışlasın. Onlar müşârun bilbenan, ferîd’i zaman ve allâme-i dû cihandırlar.
Onlar başımızda olmasalar halimiz nice olur. Onların kadru kiymetini bilmeliyiz, cevaplarını dinlemeliyiz. Anlattıklarına kulak vermeliyiz.
- Peki önceki alimler her soruya cevap veremiyolar mıydı?
- Veremiyolardı efendim, onlar her soruya cevap veremiyolardı. Kendilerine bilmedikleri bir konu sorulunca “lâ edrî: bilmiyorum” derlerdi.
- Buna misal verebilir misiniz?
- Bunun misalleri çok. Burada size iki tanesini zikredelim:
Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik Hazretlerine bir defa kırk tane soru sorulmuş, bunların çoğuna: ‘La edri: bilmiyorum’ diye cevap vermişti.
İmam Azam’ın önde gelen talebelerinden biri olup Hanefi mezhebinin kurulmasında ve yayılmasında büyük rolü ve hizmetleri olan ve Abbasiler döneminde Bağdat’ta uzun müddet kadılık yapmış bulunan İmam Ebu Yusuf’a bir mesele sorulmuş, o da “bilmiyorum” diye cevap vermişti. Kendisine:
“- Bir de kadısın, Beytül-maldan şu kadar maaş alıyorsun, sonra da bilmiyorum, diyorsun, olur mu böyle şey? ” denilince, Ebu Yusuf şöyle cevap vermişti:
“- Ben bildiğim kadarının ücretini alıyorum, bilmediklerimin alacak olsaydım devletin hazinesi yetmezdi.”

Diğer taraftan onların yaygın şöhretleri veya akademik unvanları olmadığı için cevabını iyice bilemedikleri sorular hakkında ‘bilmiyorum’ demekten utanmazlardı. Utanmak şöyle dursun onlardan bunun bir meziyet olduğunu söyleyenlerde vardı.
Şabi bilmiyorum demek ilmin yarısıdır derdi.
İşte onların durumu böyleydi; bilmediklerinin bildiklerinden daha çok olduklarını söylerlerdi.
Onlar her konuyu bilmezlerdi, bilmediklerini söylemekten de çekinmezlerdi ve: “Bilmediğini bilen kendini bilir, kendini bilen Rabbini bilir, Rabbini bilen de haddini bilir” derlerdi.
Bir de onlar şimdiki hocalarımız gibi cesur değillerdi. Kendilerine bir şey sorulunca Peygamber efendimizin:
“Sizin fetva vermeye en cüretli olanınız cehennem ateşinde yanmaya en cesur olanınızdır” hadis-i şerifini hatırlarlar, kendilerinden daha iyi bilen varsa soruyu ona havale ederlerdi.
Oysa şimdiki hocalarımız onlar gibi cesaretsiz değil, her ne kadar içlerinde fiili- faili, mübtedayi-haberi bilmeyenlerin, ismi fiilden, hali temizden ayırt edemeyenlerin olduğu söyleniyorsa da fetva vermedeki cesaretleri hususunda herkes hem fikirdir, hiç kimse onların bu konudaki cesaretini inkar edemez.

Hatta onlardan bazıları kendi görüşlerini teyit etmek için Kur’an’dan ayetler okurlar, kendilerine göre yorumunu yaparlar ve: “Bunu ben söylemiyorum, Allah söylüyor derler.” Daha bundan cesaretlisi olur mu!? Atalarımız ne demiş: Yiğidi öldür ama hakkını yeme.