85-KURANDA LÂ RAYBE İFADESİ
Sözlükte rayb (ريب) şek, şüphe anlamındadır. Rayb’ın ‘zıddı
yakîn’dır. Mecelle’nin küllî kaidelerinden biri de, “Yakîn şek ile zail olmaz”
esasıdır.
Rayb insanın bir konuda kararsız ve
tereddüt içerisinde olması, ne yapacağına karar verememesi demektir.
“Rayb, nefsin
üzülmesi, endişe duyması, kararsız ve sallantıda olması, ıstırap çekmesi
demektir. Buna ‘şek/şüphe denilmesinin sebebi nefisten huzuru giderip kararsız
kıldığı içindir.”[1] Nitekim bir hadis-i
şerifte:
دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ، فَإِنَّ
الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ، وَإِنَّ الكَذِبَ رِيبَةٌ
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe
vermeyene bak. Çünkü kalp doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar”[2] buyrulmuştur.
Rayb ile şek arasında şöyle bir fark
vardır: Rayb, içinde korku bulunan şektir. Buna göre rayb şekten daha özeldir.
Her rayb şek’tir ama her şek rayb değildir. Şek birbirine zıt olan iki şey
arasında tereddüde düşüp birini diğerine tercih edememektir.”[3]
Fahreddi Razi, ‘rayb’ kelimesinin
‘şekk’e yakın olduğunu, ayrıca bunda sû-i zan manasının da bulunduğunu kaydeder
ve buna şu misali verir: Biri, hakkında sû-i zan beslediği birini görünce “ رابني
أَمْرُ فُلان
falanın durumu beni kuşkulandırdı”[4] der.
‘Rayb’ ve ‘bilâ rayb’ kelimeleri dilimizde
de kullanılmaktadır. Muhammed Salâhî, Kâmûs-i Osmânî isimli eserinde ‘rayb’ı
şöyle açıklamıştır: “Rayb; bir maddede, bir nesnede bir halet tevehhümüyle
hâsıl olan şüphe, gümân”[5] demektir. ‘Bilâ rayb’ ise
şeksiz, şüphesiz, gümansız demektir. Rayb vak’a, hadise anlamına da gelir.
Rayb kelimesi Kur’an-ı Kerimde 18 yerde,
aynı manaya olan ‘rîbet’ bir yerde ve şek ve şüpheye düşüren anlamında olan
‘mürîb’ kelimesi de 7 yerde geçmektedir.[6] 18 yerde geçen rayb
kelimesi 15 i şüphe olmayan anlamında olumsuzluk edatı olan ‘lâ’ ile ‘lâ raybe’
şeklinde gelmiştir.
‘Raybe’nin başındaki ‘lâ’ya Arapça’da
‘cinsini nefyeden lâ’ denir ki sadece başına geldiği kelimeyi olumsuz kılmakla
kalmaz, onun bütün cinsini olumsuz kılar. Mesela “Lâ raybe fi’l-Kur’ani”
denildiği zaman, “Kur’an’da şüphe cinsinden yahut şüphe adına ya da şüphe
namına hiçbir şey yoktur, mahzâ haktır, hakikattır.
Kur’anın Allah kelamı olduğunda şüphe
yoktur.
Onun Allah tarafından Hz. Muhammed’e indirilmiş
olduğunda şüphe yoktur.
Hz. Muhammed’in onu kendisine vahyedilmiş
şekliyle ümmetine tebliğ etmesinde şüphe yoktur.
İçerisindeki bilgilerin hak ve hakikat
olduğunda şüphe yoktur.
Kendisine uyanları en doğru yola
ileteceğinde şüphe yoktur.
Müttakiler, müminler hatta bütün insanlık
için hidayet rehberi olduğunda şüphe yoktur.
Hülasa merhum Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır’ın dediği gibi “O her türlü şüpheden âri ve her töhmetten beridir. Bunun
kadar kat’iyyet ve yakîn ile malum olan ve sırat-ı müstekimi bunun kadar
gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun, ne vahyediliş ve indiriliş keyfiyetinde
bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır.”[7] (Devamı gelecek)
Akl-ı selim sahibi olan bir kimse onun Hak
kelamı olduğu hususunda asla şüpheye düşmez.
İçerisinde ‘lâ raybe’ geçen ayetleri üç
grupta toplamamız mümkündür:
Kitapta/Kur’an’da şüphe olmadığını bildiren
ayetler:
Bunlar üç ayettir:
1- Bakara suresinin 2. ayeti:
ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى
لِلْمُتَّقِينَ
“İşte bu Kitap; onda
asla şüphe yoktur; muttakiler için yol göstericidir.”
2- Yunus Suresinin 37. Ayeti:
وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ
يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ
وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Bu Kur’an Allah’tandır, başkası
tarafından uydurulmuş değildir. O, kendisinden önceki kitapları/asıllarını
doğrulamakta, hükümleri açıklamaktadır. Bunda hiçbir şüphe yoktur.”
3- Secde Suresinin 2. Ayeti:
تَنْزِيلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ
رَبِّ الْعَالَمِينَ
2- Kıyametin kopacağını, insanların tekrar diriltilip mahşer
yerinde toplayacağında şüphe olmadığını bildiren ayetler:
Âl-i İmran, 3/9, 25; Nisâ, 4/87; En’âm, 6/12; Kehf, 18/21; Hac, 22/5, 7;
Mü’min, 40/59; Şûrâ, 42/7 Câsiye, 45/26, 32;
Top: 11
فَكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا
كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (25) ال عمران
“Gerçekleşeceğinden
hiçbir şüphe bulunmayan o kıyamet gününde, kendilerini bir araya topladığımız
ve her şahsa, yaptığının karşılığının tam verilip, asla haksızlığa
uğratılmadığı o gün gelince halleri ne olacak?“
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ
الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ
حَدِيثًا (87) نساء
“Allah, o Hak mâbuddur
ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. Kıyamet günü hepinizi bir araya
toplayacaktır. Bunda hiç şüphe yoktur. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Nisa, 4/87
MÜŞRİKLER O KADAR DA AHMAK DEĞİL
قُلْ لِمَنْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلْ لِلَّهِ كَتَبَ عَلَى
نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ
فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
De
ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" de ki: "Allah’ındır."
O, merhamet etmeyi kendi üstüne yazmış/ kendisine prensip edinmiştir. Muhakkak
ki O, sizi vukuunda şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Ama
kendilerini ziyana sokanlar, buna inanmazlar.“ En’am, 6/12
Ayet-i
kerimeden dört şey öğreniyoruz:
1-
Göklerin ve yerin sahibinin Allah olduğunu,
2-
Allah’ın, rahmeti kendisine gerekli kıldığını/prensip edindiğini,
3-
İnsanları kıyamet gününde bir araya toplayıp hesaba çekeceğini ve bunda hiçbir
şüphenin olmadığını,
4-
Ama kendilerini ziyana sokanların bu hakikate inanmayacaklarını öğreniyoruz.
Şimdi
bunları biraz açalım:
1-
Yüce Rabbimiz Peygamberimize hitaben: “Allah’a ortaklar koşan ve öldükten sonra
kıyamet gününde tekrar diriltilip bir araya getirilerek hesaba çekileceklerine
inanmayan o müşriklere ve kıyamete kadar onların yolundan gidecek olanlara sor:
Kimdir,
gökler ve yerin sahibi ve maliki?
Kimdir,
bunları yoktan var eden, yaratıp meydana getiren?
Kimdir,
bunların mutasarrıfı, yöneticisi ve hâkimi?
Onlara
bu soruları sor ve cevabını da ver. De ki: “Allah’tır.”
Aslında
soru; insanın bilmediği bir şeyi, bilmek, anlamak, öğrenmek için bilen birine
sormasıdır. Buradaki soru öyle değildir. Zira Allah’ın bilmediği bir şey
yoktur, O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır, her bilenin üzerinde bir bilen vardır,
Allah’ın ilmi ise bütün bunların üstündedir, O, herşeyi hakkıyla bilendir.
Buradaki
soru tebkît ve takrî’ içindir.[10]
Tebkît, kuvvetli delil ve burhan getirerek muhatabı/ karşı tarafı cevap veremez
hale getirmek, susturmak, başka bir ifade ile köşeye sıkıştırmak demektir.
Ayette
hem soru sorulup hem de cevabının verilmesinin sebebine gelince, bu, aşağıdaki
ihtimallerden biri veya hepsi olabilir:
Birincisi:
Onların zaten verecekleri makul bir cevapları yoktu. “Gökler ve yer
putlarımızındır, bunları o yaratmıştır” diyecek halleri yoktu ya. Müşrikler o
kadar da aptal değil, bilakis onlar kafası çalışan kimselerdir, kültürde,
sanatta, ticarette, siyasette ve idarede memleketlerinin ileri gelenleri, önde
olanlarıdır.
İki:
Veya onlar bu cevabı bizzarure kabul edeceklerdir, onun için onların cevap
vermesini beklemeye gerek yoktur. Öyle ise verilen cevap, aynı zamanda onların
da cevabı demek olur.
Üç:
Müşrikler gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu biliyorlardı, bunu inkâr
etmiyorlardı. Nitekim birden çok ayet-i kerimelerde bu husus açıkça
belirtilmiştir:
“Şayet
onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye soracak olursan, elbette
"Allah'tır" diye cevap vereceklerdir. De ki: "el-Hamdü lillah
(ki müşrikler bile O'nu inkâr edememektedirler!) Fakat onların ekserisi (bu
itiraflarıyla, çelişki içine girdiklerini ve bu sözlerinin kendilerini ilzam
edeceğini/ bağlayacağını bilmezler”[11]
Yaratma işini putlara veya Allah’tan başka bir varlığa
isnad etmeye mani olan deliller o kadar çok ki müşrikler bile “Allah yarattı”
demek zorunda kalıyorlar. Bunun için Peygamber Efendimize “el-Hamdü lillah”
demesi emredilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder