65-ELİNLE ETTİĞİN HAYRI DİLİNLE ZAYİ EYLEME
Başa kakmak, eski edebiyatımızda “minnet”
sözcüğü ile ifade edilirdi. Minnet; yapılan iyilik, lütuf ve ihsanı bir bir sayarak
başa kakmak, yüze vurmak demektir. Nitekim Şinasi bir beytinde:
“Hak Teâlâ kimseyi
bir ferde muhtaç etmesin
Yoksa halkın
ettiği ihsana değmez minneti” der.
Onun için “minnet çekilir bela değildir” denilmiştir.
Dinimizin yasakladığı kötü huy ve davranışlardan biri de,
insanın, yapmış olduğu iyiliği yüze vurması, başa kakmasıdır.
Aslında
yapılan iyilikleri başa kakmak, bir taraftan övünmek, diğer taraftan karşıdakini
minnet altında bırakmak için olur. Müslüman yapmış olduğu iyiliği başkalarına
karşı övünmek için değil, Allah için yapar, O’nun rızasını gözetir. Mert olan
kimselere yaraşan da budur. Onlar, övünmek şöyle dursun, yaptıkları iyiliğin
duyulmasından bile hoşlanmazlar, rahatsızlık duyarlar, utanırlar. Şair bu
hususu ne güzel ifade etmiş:
Mert olan hiç
kerem etmekle tefâhur mü eder
Hem verir, hem utanır ettiği ihsandan.
Yapılan iyiliği başa kakmak, ondan gelecek bütün sevabı
yok eder, boşa çıkarır. Sanki o iyilik hiç yapılmamış gibi olur. Nitekim bu
konuda yüce Allah Bakara sûresinin 264’ncü ayetinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp da
insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi vermiş olduğunuz sadakalarınızı
minnet ve eziyet ederek /başa kakıp inciterek boşa çıkarmayın."
Demek ki sadaka verdikten veya başka bir iyilik yaptıktan
sonra başa kakıp incitmek, iyilik yaptığı kimseyi minnet altında bırakmaya
çalışmak onun sevabını giderir, ecrini zayi eder, yok eder. Tıpkı Allah’a ve
ahret gününe inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş için malını harcayan
kimsenin durumu gibi.
İyilik yapıp da sonra başa kakmayanlara, incitmeyenlere
ise yüce Rabbimiz kendi katından bol ecir ve mükâfat vereceğini vaat etmektedir:
“Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri
şeyin ardından minnet ve eziyet etmeyenler/ başa kakıp incitmeyenler var ya,
onların Rableri katında has mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir. Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ/ incitme gelen bir
sadakadan daha iyidir. Allah Müstağnî’dir/ hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, Halîm’dir/
suçluları cezalandırmada acele etmez.”[1]
Ayette, Allah Teâlâ yardım yaptıktan sonra başa kakanları
kötülemiş, böyle davranmayanlara ise ahirette büyük ecir ve mükâfat vereceğini vaat
etmiştir.
Peygamber Efendimiz de yapılan iyiliğin başa kakılmasından
ashabını ve ümmetini sakındırırdı. Efendimiz bu konuda Ebû Zer (r.a.)’tan
rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde:
“- Üç sınıf insan vardır ki Allah Teâlâ kıyamet gününde
bunlara iltifat buyurmaz, yüzlerine bakmaz, onları tezkiye etmez/ temize
çıkarmaz. Onlar için can yakıcı bir azap vardır” buyurmuş ve bunu üç defa
söylemiştir. Ebû Zer:
“- Zarar ettiler, kaybettiler. Bunlar kim yâ Resûlellah?”
diye sorunca, Efendimiz:
“- Bunlar; kibirlerinden dolayı elbiselerini yerlerde
sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve satılık eşyasını yalan yeminle kıymetlendirmeye
çalışan kimselerdir”[2]
buyurmuştur.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’dan rivayet edilen bir hadis-i
şeriflerinde Peygamber Efendimiz:
لاَ يَدْخُلُ الجَنَّةَ خِبٌّ وَلاَ مَنَّانٌ وَلاَ بَخِيلٌ.
“İşi gücü insanları aldatmak olan düzenbaz, cimri ve
yaptığı iyiliği başa kakan kimse cennete giremeyecek (ilk girenlerden olmayacaktır)”[3]
buyurmuştur.
Efendimiz başka bir hadis-i şeriflerinde de:
َثَلَاثَةٌ لَا يَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ: الْعَاقُّ لِوَالِدَيْهِ، وَالْمُدْمِنُ عَلَى الْخَمْرِ،
وَالْمَنَّانُ بِمَا أَعْطَى
“Üç grup insan vardır ki (cezalarını çekmedikçe veya affedilmedikçe)
cennete giremezler. Bunlar: Ana-babalarına âsi olanlar, devamlı içki içenler ve
verdiğini başa kakanlardır”[4]
buyurmuştur.
Ayet-i kerimelerde olduğu gibi hadis-i şeriflerde de
yapılan iyiliği başa kakmanın ne kadar kötü bir davranış olduğu, ahirette
insanı Allah’ın rahmet ve inayetinden mahrum bırakıp elem verici bir azaba
sürükleyeceği belirtilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre başa kakmak Firavun
gibi azgın ve nankörlerin işidir. Hz. Musa (a.s.)’ın Firavn’la olan kıssası
meşhurdur: Hz. Musa Allah’ın bir lütfu olarak Firavun’un sarayında yetişmiş,
daha sonra Peygamber olarak gönderilince Allah’ın emri ile Firavun’dan, köle
olarak kullandığı İsrail oğullarını serbest bırakmasını istemiş, Firavun da:
“Sen yeni doğmuş bir çocukken alıp yanımızda/sarayımızda yetiştirmedik mi? Ömrünün
pek çok yılını bizim aramızda geçirmedin mi? Ama bütün bunlara rağmen sen sonunda
yapacağını yaptın ve nankörün biri olduğunu gösterdin[5]
diyerek yapmış oldukları iyilikleri Hz. Musa’nın başına kakmış,
Hz. Musa da ona şöyle cevap vermiştir: "O başıma
kaktığın iyiliğe gelince, o da, İsrâil oğullarını köle yapman yüzündendir.” [6]
Onları köle diye kullanıp erkek çocuklarını kesmeseydin, senin eline düşmezdim,
ailem beni yetiştirirdi. Binaenaleyh bu, bir iyilik değil, zulmün neticesidir.
Her şeyin bir
afeti/tehlikesi vardır. Peygamber Efendimizin ifadesiyle
آفَةُ السَّمَاحَةِ الْمَنُّ
“Cömertliğin âfeti
de başa kakmaktır.”[7]
Netice olarak İnsan
diline sahip olmalı eliyle yapmış olduğu yardım ve iyilikleri diliyle boşa
çıkarmamalı. Yoksa şairin:
“Bana zahm urduğun ağyâre vardın, eyledin, şâyi’,
Elinle ettiğin hayrı dilinle eyledin zâyi’.”
beytinde
belirtmiş olduğu duruma düşer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder