84-İDAREDE ADALET GÖREVDE EHLİYET LİYAKAT
Hz.
Ebu Bekir (r.a.) hilafeti döneminde Şam bölgesine Emîr/ Komutan olarak Ebu
Süfyan’ın oğlu Zeyd’i görevlendirmiş ve daha göreve başlamadan ona birtakım uyarı
ve tavsiyelerde bulunmuş, daha doğrusu uyması gereken talimat vermiştir.
İsterseniz
bu uyarı ve talimatı bizzat Yezid b. Ebu Süfyan’dan dinleyelim:
Ebu
Bekir (r.a.) beni Şam bölgesine komutan olarak gönderirken şu uyarılardı
bulundu:
Senin
adına en çok korktuğum şey, iltimasta bulunarak önemli görevlere akrabalarını
getirmendir. Bu konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kim
Müslümanlara ait önemli bir görevin başına geçip de bir işe ehil olmayan birin iltimasta
bulunarak tayin ederse Allah’ın lanetine uğrar, Allah onun farz ibadetlerini
de, nafile ibadetlerini de kabul etmez ve onu cehenneme girdirir.” (Ahmed,
Müsned, I, 6)
İltimas,
birini kayırma, haksız olarak ona yardımda bulunma, ehil varken ehil olmayanı
işe alma, yasa ve kurallara uymadan birini hak etmediği yere getirme gibi
anlamlara gelir. Bu durum devlet görevlerine atamakla ilgilidir, kendi işine
değil. İnsan kendi iş dilediğini atayabilir. İşin garip tarafı insanlar kendi
işyerlerine atama yaparken kılı kırk yararcasına dikkatli oluyorlar da devlet
işlerine gelince bu hassasiyeti göstermiyorlar. Oysa bu hassasiyetin
gösterilmesi gereken yer devlet işleridir.
Devlet
işlerinde iltimasta bulunmak, hak ve adalet duygusunu zedeler, adaletsizlik ise
güven duygusunu zedeler. Devlet adaletle kaimdir. Onun için “el-adlü esâsü’l-mülk/
adalet mülkün yani devletin temelidir” denilmiştir.
İltimasta
haksızlık vardır, hak ve hukuktan uzaklaşma vardır. Yüce kitabımız Kur’an’a göre
Hakkın zıttı ya batıldır, ya da dalalettir/sapıklıktır. Nitekim İsra suresinde
(ayet: 81) وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ
زَهُوقًا De ki: Hak geldi, batıl zevale erdi/yok
oldu. Hakikaten batıl pek zavallıdır, yok olmaya mahkûmdur.” buyrularak hakkın
zıttının batıl olduğu belirtilmiştir.
Yunus
suresinin 32’inci ayetinde ise فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ Hak’tan sonra
dalaletten/sapıklıktan başka ne vardır?” buyrularak hakkın hâkim olmadığı yerde
dalaletin hâkim olacağı ifade edilmiştir. Dalalet aynı zamanda hidayetin zıttıdır.
Hidayet doğru yolu bulmak, dalalet ise yolunu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp
şaşkın kalmaktır.
Öyle ise hak ve adaletten uzaklaşan ya batıl
peşinde koşuyordur, ya da dalalette/sapıklık bataklığında boğuluyor demektir.
Adaletin zıttı da zulümdür. Halkına adil
davranmayan onlara zulmediyor demektir. Hiç unutmayalım ki: “Zulüm ile âbâd
olanın ahiri berbat olur.”
İltimasla iş göre Allah’ın lanetine uğrar.
Allah’ın bir kimseye lanet etmesi demek onu rahmetinden demek, onu rahmetinden
uzaklaştırması demektir.
İltimasla iş görenin Allah ibadetlerini de
kabul etmez, hizmetlerini de kabul etmez.
İnsan
iyi olabilir, dindar olabilir fakat görevinin ehli olmayabilir.
عَنِ ابْن عُمَر، قَالَ: مَا رأيت أحدا بعد
رَسُول اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أسود من مُعَاوِيَة. فقيل لَهُ:
فأبو بَكْر، وَعُمَر، وعثمان، وعلي! فَقَالَ: كانوا والله خيرا من مُعَاوِيَة،
وَكَانَ مُعَاوِيَة أسود منهم.
Sahabe
içerisinde ilim, zühd, takva ve Peygamber Efendimizin sünnetine bağlılığıyla temayüz
eden Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın yanında Muaviye’den bahsedilirken Abdullah:
“Rasulullah
(sav)’den sonra Muaviye’den daha iyi bir idareci görmedim” demiştir. Kendisine:
“- Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den de mi?”
diye sorduklarında:
“-
Vallahi onlar Muaviye’den daha hayırlı idiler, ama Muaviye onlardan daha iyi
idareci idi” demiştir.
İdarecilik
halka hizmet etme sanatıdır, herkes iyi idareci olamaz.
TEŞEKKÜRLER
1-
Yazılarımı beğenen, paylaşan ve yorum adabına uyarak lehte ve aleyhte yorum
yazan bütün kardeşlerime şükranlarımı arzediyorum.
2-
Hepimiz insanız yazılarımızda ve yorumlarımızda hata da ederiz, isabet de
ederiz.
3-
Hata edersek kardeşlerimiz münasip dille uyarır, biz de teşekkür ederiz, olup
biter. İş bu kadar basit.
4-
Bu yazımıza gelince, başlığından da anlaşılacağı üzere, devlet görevlerinin
verilmesinde iltimastan kaçınılması, adalet, ehliyet ve liyakatin esas alınması
konusu işlenmekte ve bir işe birinin atanırken, onun dindarlığına değil, o işe
ehil olup olmadığına bakılması gerektiği vurgulanmaktadır.
5- Yazının sonlarında: “İnsan iyi olabilir, dindar olabilir fakat görevinin
ehli olmayabilir.” denildikten sonra Abdullah b. Ömer’in: “Rasulullah (sav)’den
sonra Muaviye’den daha iyi bir idareci görmedim” ifadesi getirilmiştir.
6-
Bunları birlikte mütalaa edip de okuduğunu anlayabilen, maksadımızın ne
olduğunu anlamıştır, tekrar açıklamayı zait görüyorum.
7-
Kaldı ki söz konusu ifade ve değerlendirme benim değil, Hz. Ömer’in oğlu
Abdullah’ındır. İtirazı olan varsa bunu bana değil, ona yapmalıdır.
8-
Ayrıca onun bu değerlendirmesi adalet, fazilet ve dini bakımdan değil, siyasi
bakımdandır.
9-
Onun için ister kabul edersiniz, ister etmezsiniz. Kabul etmeyince de günahkâr
olmazsınız.
11-
Nitekim orada bulunan sahabiler de Abdullah’ın bu sözünü yadırgamış ve:
“- Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den de mi?”
diye sormak ihtiyacında bulunmuşlar. Abdullah da yapmış olduğu mukayesenin adalet,
fazilet ve dindarlık bakımından olmadığını, sadece idarecilik yönünden olduğunu
yeminle belirterek:
“-
Vallahi onlar Muaviye’den daha hayırlı idiler, ama Muaviye onlardan daha iyi
idareci idi” demiştir.
12-
Abdullah (r.a.)’ın bu sözü sahabe hakkında temel kaynaklardan biri olan, “İbn
Abdilberr, el-İstîâb fî marifeti’l-a shâb, III, 1418” dan alınmıştır.
13- Benzer söz
Hz. Ali’nin amcasının oğlu olup siyasi danışmanı olan ve bu yönüyle Muaviye’nin
karşısında yer alan İbn Abbas’dan da gelmiştir. O da قال ابن عباس: ما رأيت أحدا أحلى للملك
من معاوية. “İdarede Muâviye’den daha tatlı birini
göremedim” demiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, III, 433.)
Şimdi bunlara da
mı “edeb yâhû!” diyelim?
Bunlara da mı “bu
sözü söylerken iyiydin değil mi” diyelim.
Bunlara da mı
“size ne diyeceğimi bilemiyorum?” diyelim
14-
Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.) Muâviye’i vahiy kâtibi olarak görevlendirmiş, Hz.
Ömer Şam’a Vali olarak atamış, Hz. Osman hilafete gelince onun yetkilerini daha
da genişletmiştir.
Resulullah’ın kâtipleri içerisinde Muâviye’nin ismini İbn İshak, İbn
Sa’d, İbn Hanbel, Ömer b. Şebbe, Halîfe b. Hayyât, Taberî, Cehşiyârî, Mes’ûdî,
İbn Miskeveyh, Ya’kûbî ve diğerleri zikretmişlerdir.
15- Evet, ehil olmadığı halde oğlunu zorla veliaht yapmıştır, şuradan
saltanata geçmiştir, bu, herkesin tasvip etmediği, tenkit ettiği bir husustur.
Ancak bunu tenkit ederek idareyi ele geçiren Abbasiler de, onlardan sonra gelen
Selçuklular ve Osmanlılar da bunu düzeltmemişler, hatta daha da
güçlendirmişlerdi.
16- İlim yolcusu, akademisyen bir konuyu araştırırken ona tek taraflı
bakmaz, lehte ve aleyhte olan delillere serdeder, sonra değerlendirir.
Sözü çok uzattım saygı, sevgi ve dualarımla.
EK
ibnü’l-esir,
el-Kâmil fi’t-târîh, II, 249-250)
عَنْ
يَزِيدَ بْنِ أَبِي سُفْيَانَ، قَالَ: قَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ، حِينَ بَعَثَنِي إِلَى
الشَّامِ: يَا يَزِيدُ، إِنَّ لَكَ قَرَابَةً عَسَيْتَ أَنْ تُؤْثِرَهُمْ
بِالْإِمَارَةِ، وَذَلِكَ أَكْبَرُ مَا أَخَافُ عَلَيْكَ، فَإِنَّ رَسُولَ اللهِ
صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: " مَنْ وَلِيَ مِنْ أَمْرِ
الْمُسْلِمِينَ شَيْئًا فَأَمَّرَ عَلَيْهِمْ أَحَدًا مُحَابَاةً فَعَلَيْهِ
لَعْنَةُ اللهِ، لَا يَقْبَلُ اللهُ مِنْهُ صَرْفًا وَلا عَدْلًا حَتَّى
يُدْخِلَهُ جَهَنَّمَ، " مسند 1-6
HZ. EBU BEKİR’İN
İDARECİLERE TALİMATI
وَأَمَّرَ
أبو بكر يَزِيدَ بْنَ أَبِي سُفْيَانَ عَلَى جَيْشٍ
عَظِيمٍ هُوَ جُمْهُورُ مَنِ انْتَدَبَ إِلَيْهِ، فِيهِمْ سُهَيْلُ بْنُ عَمْرٍو
فِي أَمْثَالِهِ مِنْ أَهْلِ مَكَّةَ، وَشَيَّعَهُ مَاشِيًا، وَأَوْصَاهُ
وَغَيْرَهُ مِنَ الْأُمَرَاءِ، فَكَانَ مِمَّا قَالَ لِيَزِيدَ:
إِنِّي
قَدْ وَلَّيْتُكَ لِأَبْلُوَكَ وَأُجَرِّبَكَ وَأُخَرِّجَكَ، فَإِنْ أَحْسَنْتَ
رَدَدْتُكَ إِلَى عَمَلِكَ وَزِدْتُكَ، وَإِنْ أَسَأْتَ عَزَلْتُكَ، فَعَلَيْكَ
بِتَقْوَى اللَّهِ فَإِنَّهُ يَرَى مِنْ بَاطِنِكَ مِثْلَ الَّذِي مِنْ ظَاهِرِكَ،
وَإِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِاللَّهِ أَشَدُّهُمْ تَوَلِّيًا لَهُ، وَأَقْرَبُ النَّاسِ مِنَ اللَّهِ أَشَدُّهُمْ تَقَرُّبًا إِلَيْهِ
بِعَمَلِهِ، وَقَدْ وَلَّيْتُكَ عَمَلَ خَالِدٍ، فَإِيَّاكَ وَعُبِّيَّةَ
الْجَاهِلِيَّةِ، فَإِنَّ اللَّهَ يُبْغِضُهَا وَيُبْغِضُ أَهْلَهَا، وَإِذَا
قَدِمْتَ عَلَى جُنْدِكَ فَأَحْسِنْ صُحْبَتَهُمْ، وَابْدَأْهُمْ بِالْخَيْرِ
وَعِدْهُمْ إِيَّاهُ، وَإِذَا وَعَظْتَهُمْ فَأَوْجِزْ؛ فَإِنَّ كَثِيرَ
الْكَلَامِ يُنْسِي بَعْضُهُ بَعْضًا، وَأَصْلِحْ نَفْسَكَ يَصْلُحْ لَكَ
النَّاسُ، وَصَلِّ الصَّلَوَاتِ لِأَوْقَاتِهَا بِإِتْمَامِ رُكُوعِهَا
وَسُجُودِهَا وَالتَّخَشُّعِ فِيهَا، وَإِذَا قَدِمَ عَلَيْكَ رُسُلُ عَدُوِّكَ
فَأَكْرِمْهُمْ، وَأَقْلِلْ لُبْثَهُمْ حَتَّى يَخْرُجُوا مِنْ عَسْكَرِكَ وَهُمْ
جَاهِلُونَ بِهِ، وَلَا تُرِيَنَّهُمْ فَيَرَوْا خَلَلَكَ وَيَعْلَمُوا عِلْمَكَ، وَأَنْزِلْهُمْ فِي ثَرْوَةِ عَسْكَرِكَ،
وَامْنَعْ مَنْ قِبَلَكَ مِنْ مُحَادَثَتِهِمْ، وَكُنْ أَنْتَ الْمُتَوَلِّي
لِكَلَامِهِمْ، وَلَا تَجْعَلْ سِرَّكَ لِعَلَانِيَتِكَ فَيَخْلِطُ أَمْرُكُ،
وَإِذَا اسْتَشَرْتَ فَاصْدُقِ الْحَدِيثَ تُصْدَقِ الْمَشُورَةَ، وَلَا تُخْزِنْ
عَنِ الْمُشِيرِ خَبَرَكَ فَتُؤْتَى مِنْ قِبَلِ نَفْسِكَ، وَاسْمِرْ بِاللَّيْلِ
فِي أَصْحَابِكَ تَأْتِكَ الْأَخْبَارُ وَتَنْكَشِفْ عِنْدَكَ الْأَسْتَارُ،
وَأَكْثِرْ حَرَسَكَ وَبَدِّدْهُمْ فِي عَسْكَرِكَ، وَأَكْثِرْ مُفَاجَأَتَهُمْ
فِي مَحَارِسِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ مِنْهُمْ بِكَ، فَمَنْ وَجَدْتَهُ غَفَلَ عَنْ
مَحْرَسِهِ فَأَحْسِنْ أَدَبَهُ وَعَاقِبْهُ فِي غَيْرِ إِفْرَاطٍ، وَأَعْقِبْ
بَيْنَهُمْ بِاللَّيْلِ، وَاجْعَلِ النَّوْبَةَ الْأُولَى أَطْوَلَ مِنَ
الْأَخِيرَةِ؛ فَإِنَّهَا أَيْسَرُهُمَا لِقُرْبِهَا مِنَ النَّهَارِ، وَلَا
تَخَفْ مِنْ عُقُوبَةِ الْمُسْتَحِقِّ، وَلَا تَلِجَّنَّ فِيهَا، وَلَا تُسْرِعْ
إِلَيْهَا، وَلَا تَخْذُلْهَا مَدْفَعًا، وَلَا تَغْفُلْ عَنْ أَهْلِ عَسْكَرِكَ
فَتُفْسِدَهُ، وَلَا تَجَسَّسْ عَلَيْهِمْ فَتَفْضَحَهُمْ، وَلَا تَكْشِفِ
النَّاسَ عَنْ أَسْرَارِهِمْ، وَاكْتَفِ بِعَلَانِيَتِهِمْ، وَلَا تُجَالِسِ
الْعَبَّاثِينَ، وَجَالِسْ أَهْلَ الصِّدْقِ وَالْوَفَاءِ، وَاصْدُقِ اللِّقَاءَ،
وَلَا تَجْبُنْ فَيَجْبُنَ النَّاسُ، وَاجْتَنِبِ الْغُلُولَ فَإِنَّهُ يُقَرِّبُ
الْفَقْرَ وَيَدْفَعُ النَّصْرَ، وَسَتَجِدُونَ أَقْوَامًا حَبَسُوا أَنْفُسَهُمْ
فِي الصَّوَامِعِ فَدَعْهُمْ وَمَا حَبَسُوا أَنْفُسَهُمْ لَهُ.
وَهَذِهِ مِنْ أَحْسَنِ الْوَصَايَا
وَأَكْثَرِهَا نَفْعًا لِوُلَاةِ الْأَمْرِ.
El-kamil, II. 249-250