14 Şubat 2019 Perşembe

90-BAŞIMIZA TAŞ YAĞDIR


90-BAŞIMIZA TAŞ YAĞDIR

ÇALMA KAPISINI ÇALARLAR KAPINI

Yüce Rabbimiz Enfal Suresinin 31’inci ayetinde şöyle buyurmuştur:
 وَاِذْ قَالُوا اللّٰهُمَّ اِنْ كَانَ هٰذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَاَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَاءِ اَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ اَلٖيمٍ
Onlara yani Mekke müşriklerine ayetlerimiz okununca, şöyle dediler: “İşittik, istesek biz de bunlar gibisini söyleyebiliriz, bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değildir. Bir de şöyle demişlerdi: "Ey Allah'ım, eğer şu Kur’an senin katından inmiş hak kitap ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder."
Enes b. Malik (ra)’dan nakledildiğine göre Ebu Cehil bir kere: “Allah’ım, Eğer Muhammed ve getirdiği Kur’an, senin gönderdiğin bir gerçek ise, gökten başımıza taş yağdır veya bizi elem verici bir azaba uğrat” diye dua etmiştir. (Buhari, Tefsir 8/3; Müslim, Müsâfirîn, 37)
Bu sözün, Kureyşin ileri gelenlerinden Nadr b. Haris  gibi daha başkaları tarafından söylendiği de rivayet edilmiştir.
Ayette çoğul olarak ‘Kâlû/ dediler” ifadesi geçmektedir. Bunun sebebi:
Ya o sözü söyleyenlerin sayısının birden çok olduğu içindir. Gerçekten de rivayetlerde aynı sözü söyleyen veya tekrar eden birden fazla müşrikin ismi geçmektedir.
Yahut onlardan biri bu sözü söylemiş, diğerleri de buna rıza göstermiş oldukları için söz çoğula isnat edilmiş olabilir.
Ya da söz yine bir kişinindir ama bir kavmin reisinin sözü, onların da sözü demek olacağı için söz çoğula isnat edilmiş olabilir.
Bu sözler, onların azgınlıkta zirveye ulaştıklarını, akl-ı selimi bırakıp, batıl arzu ve hislerine kapılarak helak olmayı istediklerini göstermektedir. Eğer akıllıca hareket etmiş olsalardı: "Ey Allah’ım eğer Muhammedin getirdikleri doğruysa bizi de ona ilet." demeleri gerekirdi.
Bir gün Muaviye Sebe’ kabilesinden birine:
- Milletiniz ne kadar cahil imiş ki bir kadın başlarına kraliçe yapmışlar, demiş. O da anlaşılan zeki ve hazır cevap biri imiş ki hemen cevabı kondurmuş:
- Senin milletin benim milletimden daha cahil imiş ki, Rasûlullah (sav) kendilerini Hakka davet edince, “Bu, hak ise bize hidayet nasip eyle” dememişler de: “Ey Allah'ım! Eğer şu Kur'an senin katından inmiş hak kitap ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder" demişler.
Her halde Muaviye söylediğine pişman olmuş olmalı. İnsan başkalarının ayıplarını, kusurlarını araştırmamalı, kendi ayıp ve kusurlarına bakmalı.
Eee boşuna dememişler: ‘Men dakka dukka’ Çalma kapısını çalarlar kapını.


85-KURANDA LÂ RAYBE İFADESİ


85-KURANDA LÂ RAYBE İFADESİ

Sözlükte rayb  (ريب)  şek, şüphe anlamındadır. Rayb’ın ‘zıddı yakîn’dır. Mecelle’nin küllî kaidelerinden biri de, “Yakîn şek ile zail olmaz” esasıdır.
Rayb insanın bir konuda kararsız ve tereddüt içerisinde olması, ne yapacağına karar verememesi demektir.
Rayb, nefsin üzülmesi, endişe duyması, kararsız ve sallantıda olması, ıstırap çekmesi demektir. Buna ‘şek/şüphe denilmesinin sebebi nefisten huzuru giderip kararsız kıldığı içindir.”[1] Nitekim bir hadis-i şerifte:
دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَا لاَ يَرِيبُكَ، فَإِنَّ الصِّدْقَ طُمَأْنِينَةٌ، وَإِنَّ الكَذِبَ رِيبَةٌ
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak. Çünkü kalp doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar”[2] buyrulmuştur.
Rayb ile şek arasında şöyle bir fark vardır: Rayb, içinde korku bulunan şektir. Buna göre rayb şekten daha özeldir. Her rayb şek’tir ama her şek rayb değildir. Şek birbirine zıt olan iki şey arasında tereddüde düşüp birini diğerine tercih edememektir.”[3]
Fahreddi Razi, ‘rayb’ kelimesinin ‘şekk’e yakın olduğunu, ayrıca bunda sû-i zan manasının da bulunduğunu kaydeder ve buna şu misali verir: Biri, hakkında sû-i zan beslediği birini görünce  رابني أَمْرُ فُلان   falanın durumu beni kuşkulandırdı”[4] der.

‘Rayb’ ve ‘bilâ rayb’ kelimeleri dilimizde de kullanılmaktadır. Muhammed Salâhî, Kâmûs-i Osmânî isimli eserinde ‘rayb’ı şöyle açıklamıştır: “Rayb; bir maddede, bir nesnede bir halet tevehhümüyle hâsıl olan şüphe, gümân”[5] demektir. ‘Bilâ rayb’ ise şeksiz, şüphesiz, gümansız demektir. Rayb vak’a, hadise anlamına da gelir.
Rayb kelimesi Kur’an-ı Kerimde 18 yerde, aynı manaya olan ‘rîbet’ bir yerde ve şek ve şüpheye düşüren anlamında olan ‘mürîb’ kelimesi de 7 yerde geçmektedir.[6] 18 yerde geçen rayb kelimesi 15 i şüphe olmayan anlamında olumsuzluk edatı olan ‘lâ’ ile ‘lâ raybe’ şeklinde gelmiştir.
‘Raybe’nin başındaki ‘lâ’ya Arapça’da ‘cinsini nefyeden lâ’ denir ki sadece başına geldiği kelimeyi olumsuz kılmakla kalmaz, onun bütün cinsini olumsuz kılar. Mesela “Lâ raybe fi’l-Kur’ani” denildiği zaman, “Kur’an’da şüphe cinsinden yahut şüphe adına ya da şüphe namına hiçbir şey yoktur, mahzâ haktır, hakikattır.
Kur’anın Allah kelamı olduğunda şüphe yoktur.
Onun Allah tarafından Hz. Muhammed’e indirilmiş olduğunda şüphe yoktur.
Hz. Muhammed’in onu kendisine vahyedilmiş şekliyle ümmetine tebliğ etmesinde şüphe yoktur.
İçerisindeki bilgilerin hak ve hakikat olduğunda şüphe yoktur.
Kendisine uyanları en doğru yola ileteceğinde şüphe yoktur.
Müttakiler, müminler hatta bütün insanlık için hidayet rehberi olduğunda şüphe yoktur.
Hülasa merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın dediği gibi “O her türlü şüpheden âri ve her töhmetten beridir. Bunun kadar kat’iyyet ve yakîn ile malum olan ve sırat-ı müstekimi bunun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun, ne vahyediliş ve indiriliş keyfiyetinde bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır.”[7]  (Devamı gelecek)
Akl-ı selim sahibi olan bir kimse onun Hak kelamı olduğu hususunda asla şüpheye düşmez.
İçerisinde ‘lâ raybe’ geçen ayetleri üç grupta toplamamız mümkündür:
Kitapta/Kur’an’da şüphe olmadığını bildiren ayetler:
Bunlar üç ayettir:
1- Bakara suresinin 2. ayeti:
 ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
“İşte bu Kitap; onda asla şüphe yoktur; muttakiler için yol göstericidir.”

2- Yunus Suresinin 37. Ayeti:
وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Bu Kur’an Allah’tandır, başkası tarafından uydurulmuş değildir. O, kendisinden önceki kitapları/asıllarını doğrulamakta, hükümleri açıklamaktadır. Bunda hiçbir şüphe yoktur.”

3- Secde Suresinin 2. Ayeti:
تَنْزِيلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ

2- Kıyametin kopacağını, insanların tekrar diriltilip mahşer yerinde toplayacağında şüphe olmadığını bildiren ayetler:
Âl-i İmran, 3/9, 25; Nisâ, 4/87; En’âm, 6/12; Kehf, 18/21; Hac, 22/5, 7; Mü’min, 40/59; Şûrâ, 42/7 Câsiye, 45/26, 32;   Top: 11

فَكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (25) ال عمران
“Gerçekleşeceğinden hiçbir şüphe bulunmayan o kıyamet gününde, kendilerini bir araya topladığımız ve her şahsa, yaptığının karşılığının tam verilip, asla haksızlığa uğratılmadığı o gün gelince halleri ne olacak?“

اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ حَدِيثًا (87) نساء
“Allah, o Hak mâbuddur ki kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. Kıyamet günü hepinizi bir araya toplayacaktır. Bunda hiç şüphe yoktur. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? Nisa, 4/87



ŞRİKLER O KADAR DA AHMAK DEĞİL
Yüce Rabbimiz En’am Suresinin 12. Ayetinde [8]şöyle buyurmuştur: [9]
قُلْ لِمَنْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلْ لِلَّهِ كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" de ki: "Allah’ındır." O, merhamet etmeyi kendi üstüne yazmış/ kendisine prensip edinmiştir. Muhakkak ki O, sizi vukuunda şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Ama kendilerini ziyana sokanlar, buna inanmazlar.“ En’am, 6/12
Ayet-i kerimeden dört şey öğreniyoruz:
1- Göklerin ve yerin sahibinin Allah olduğunu,
2- Allah’ın, rahmeti kendisine gerekli kıldığını/prensip edindiğini,
3- İnsanları kıyamet gününde bir araya toplayıp hesaba çekeceğini ve bunda hiçbir şüphenin olmadığını,
4- Ama kendilerini ziyana sokanların bu hakikate inanmayacaklarını öğreniyoruz.

Şimdi bunları biraz açalım:
1- Yüce Rabbimiz Peygamberimize hitaben: “Allah’a ortaklar koşan ve öldükten sonra kıyamet gününde tekrar diriltilip bir araya getirilerek hesaba çekileceklerine inanmayan o müşriklere ve kıyamete kadar onların yolundan gidecek olanlara sor:
Kimdir, gökler ve yerin sahibi ve maliki?
Kimdir, bunları yoktan var eden, yaratıp meydana getiren?
Kimdir, bunların mutasarrıfı, yöneticisi ve hâkimi?
Onlara bu soruları sor ve cevabını da ver. De ki: “Allah’tır.”
Aslında soru; insanın bilmediği bir şeyi, bilmek, anlamak, öğrenmek için bilen birine sormasıdır. Buradaki soru öyle değildir. Zira Allah’ın bilmediği bir şey yoktur, O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır, her bilenin üzerinde bir bilen vardır, Allah’ın ilmi ise bütün bunların üstündedir, O, herşeyi hakkıyla bilendir.
Buradaki soru tebkît ve takrî’ içindir.[10] Tebkît, kuvvetli delil ve burhan getirerek muhatabı/ karşı tarafı cevap veremez hale getirmek, susturmak, başka bir ifade ile köşeye sıkıştırmak demektir.
Ayette hem soru sorulup hem de cevabının verilmesinin sebebine gelince, bu, aşağıdaki ihtimallerden biri veya hepsi olabilir:
Birincisi: Onların zaten verecekleri makul bir cevapları yoktu. “Gökler ve yer putlarımızındır, bunları o yaratmıştır” diyecek halleri yoktu ya. Müşrikler o kadar da aptal değil, bilakis onlar kafası çalışan kimselerdir, kültürde, sanatta, ticarette, siyasette ve idarede memleketlerinin ileri gelenleri, önde olanlarıdır.
İki: Veya onlar bu cevabı bizzarure kabul edeceklerdir, onun için onların cevap vermesini beklemeye gerek yoktur. Öyle ise verilen cevap, aynı zamanda onların da cevabı demek olur.
Üç: Müşrikler gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu biliyorlardı, bunu inkâr etmiyorlardı. Nitekim birden çok ayet-i kerimelerde bu husus açıkça belirtilmiştir:
“Şayet onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye soracak olursan, elbette "Allah'tır" diye cevap vereceklerdir. De ki: "el-Hamdü lillah (ki müşrikler bile O'nu inkâr edememektedirler!) Fakat onların ekserisi (bu itiraflarıyla, çelişki içine girdiklerini ve bu sözlerinin kendilerini ilzam edeceğini/ bağlayacağını bilmezler”[11]
Yaratma işini putlara veya Allah’tan başka bir varlığa isnad etmeye mani olan deliller o kadar çok ki müşrikler bile “Allah yarattı” demek zorunda kalıyorlar. Bunun için Peygamber Efendimize “el-Hamdü lillah” demesi emredilmiştir.




[1]  İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu’l-beyân, I, 30
[2]  Tirmizî, Kıyamet, 60
[3] İsmail Hakkı Bursevi, age., I, 30
[4]  Râzi, terc, I, 441
[5]  M. Salahi, III, 447
[6] 
[7]  Yazır, M. Hamdi, I,
[8]
[9]
[10]  Kasimi,
[11]  Lukman, /25

84-İDAREDE ADALET GÖREVDE EHLİYET LİYAKAT


84-İDAREDE ADALET GÖREVDE EHLİYET LİYAKAT


Hz. Ebu Bekir (r.a.) hilafeti döneminde Şam bölgesine Emîr/ Komutan olarak Ebu Süfyan’ın oğlu Zeyd’i görevlendirmiş ve daha göreve başlamadan ona birtakım uyarı ve tavsiyelerde bulunmuş, daha doğrusu uyması gereken talimat vermiştir.
İsterseniz bu uyarı ve talimatı bizzat Yezid b. Ebu Süfyan’dan dinleyelim:
Ebu Bekir (r.a.) beni Şam bölgesine komutan olarak gönderirken şu uyarılardı bulundu:
Senin adına en çok korktuğum şey, iltimasta bulunarak önemli görevlere akrabalarını getirmendir. Bu konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kim Müslümanlara ait önemli bir görevin başına geçip de bir işe ehil olmayan birin iltimasta bulunarak tayin ederse Allah’ın lanetine uğrar, Allah onun farz ibadetlerini de, nafile ibadetlerini de kabul etmez ve onu cehenneme girdirir.” (Ahmed, Müsned, I, 6)
İltimas, birini kayırma, haksız olarak ona yardımda bulunma, ehil varken ehil olmayanı işe alma, yasa ve kurallara uymadan birini hak etmediği yere getirme gibi anlamlara gelir. Bu durum devlet görevlerine atamakla ilgilidir, kendi işine değil. İnsan kendi iş dilediğini atayabilir. İşin garip tarafı insanlar kendi işyerlerine atama yaparken kılı kırk yararcasına dikkatli oluyorlar da devlet işlerine gelince bu hassasiyeti göstermiyorlar. Oysa bu hassasiyetin gösterilmesi gereken yer devlet işleridir.
Devlet işlerinde iltimasta bulunmak, hak ve adalet duygusunu zedeler, adaletsizlik ise güven duygusunu zedeler. Devlet adaletle kaimdir. Onun için “el-adlü esâsü’l-mülk/ adalet mülkün yani devletin temelidir” denilmiştir.
İltimasta haksızlık vardır, hak ve hukuktan uzaklaşma vardır. Yüce kitabımız Kur’an’a göre Hakkın zıttı ya batıldır, ya da dalalettir/sapıklıktır. Nitekim İsra suresinde (ayet: 81)   وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا   De ki: Hak geldi, batıl zevale erdi/yok oldu. Hakikaten batıl pek zavallıdır, yok olmaya mahkûmdur.” buyrularak hakkın zıttının batıl olduğu belirtilmiştir.
Yunus suresinin 32’inci ayetinde ise   فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ   Hak’tan sonra dalaletten/sapıklıktan başka ne vardır?” buyrularak hakkın hâkim olmadığı yerde dalaletin hâkim olacağı ifade edilmiştir. Dalalet aynı zamanda hidayetin zıttıdır. Hidayet doğru yolu bulmak, dalalet ise yolunu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın kalmaktır.
Öyle ise hak ve adaletten uzaklaşan ya batıl peşinde koşuyordur, ya da dalalette/sapıklık bataklığında boğuluyor demektir.
Adaletin zıttı da zulümdür. Halkına adil davranmayan onlara zulmediyor demektir. Hiç unutmayalım ki: “Zulüm ile âbâd olanın ahiri berbat olur.”
İltimasla iş göre Allah’ın lanetine uğrar. Allah’ın bir kimseye lanet etmesi demek onu rahmetinden demek, onu rahmetinden uzaklaştırması demektir.
İltimasla iş görenin Allah ibadetlerini de kabul etmez, hizmetlerini de kabul etmez.
İnsan iyi olabilir, dindar olabilir fakat görevinin ehli olmayabilir.
 عَنِ ابْن عُمَر، قَالَ: مَا رأيت أحدا بعد رَسُول اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أسود من مُعَاوِيَة. فقيل لَهُ: فأبو بَكْر، وَعُمَر، وعثمان، وعلي! فَقَالَ: كانوا والله خيرا من مُعَاوِيَة، وَكَانَ مُعَاوِيَة أسود منهم.
Sahabe içerisinde ilim, zühd, takva ve Peygamber Efendimizin sünnetine bağlılığıyla temayüz eden Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın yanında Muaviye’den bahsedilirken Abdullah:
“Rasulullah (sav)’den sonra Muaviye’den daha iyi bir idareci görmedim” demiştir. Kendisine:
“- Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den de mi?” diye sorduklarında:
“- Vallahi onlar Muaviye’den daha hayırlı idiler, ama Muaviye onlardan daha iyi idareci idi” demiştir.
İdarecilik halka hizmet etme sanatıdır, herkes iyi idareci olamaz.


TEŞEKKÜRLER

1- Yazılarımı beğenen, paylaşan ve yorum adabına uyarak lehte ve aleyhte yorum yazan bütün kardeşlerime şükranlarımı arzediyorum.
2- Hepimiz insanız yazılarımızda ve yorumlarımızda hata da ederiz, isabet de ederiz.
3- Hata edersek kardeşlerimiz münasip dille uyarır, biz de teşekkür ederiz, olup biter. İş bu kadar basit.
4- Bu yazımıza gelince, başlığından da anlaşılacağı üzere, devlet görevlerinin verilmesinde iltimastan kaçınılması, adalet, ehliyet ve liyakatin esas alınması konusu işlenmekte ve bir işe birinin atanırken, onun dindarlığına değil, o işe ehil olup olmadığına bakılması gerektiği vurgulanmaktadır.
5- Yazının sonlarında: “İnsan iyi olabilir, dindar olabilir fakat görevinin ehli olmayabilir.” denildikten sonra Abdullah b. Ömer’in: “Rasulullah (sav)’den sonra Muaviye’den daha iyi bir idareci görmedim” ifadesi getirilmiştir.
6- Bunları birlikte mütalaa edip de okuduğunu anlayabilen, maksadımızın ne olduğunu anlamıştır, tekrar açıklamayı zait görüyorum.
7- Kaldı ki söz konusu ifade ve değerlendirme benim değil, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ındır. İtirazı olan varsa bunu bana değil, ona yapmalıdır.
8- Ayrıca onun bu değerlendirmesi adalet, fazilet ve dini bakımdan değil, siyasi bakımdandır.
9- Onun için ister kabul edersiniz, ister etmezsiniz. Kabul etmeyince de günahkâr olmazsınız.
11- Nitekim orada bulunan sahabiler de Abdullah’ın bu sözünü yadırgamış ve:
“- Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den de mi?” diye sormak ihtiyacında bulunmuşlar. Abdullah da yapmış olduğu mukayesenin adalet, fazilet ve dindarlık bakımından olmadığını, sadece idarecilik yönünden olduğunu yeminle belirterek:
“- Vallahi onlar Muaviye’den daha hayırlı idiler, ama Muaviye onlardan daha iyi idareci idi” demiştir.
12- Abdullah (r.a.)’ın bu sözü sahabe hakkında temel kaynaklardan biri olan, “İbn Abdilberr, el-İstîâb fî marifeti’l-a shâb, III, 1418” dan alınmıştır.
13- Benzer söz Hz. Ali’nin amcasının oğlu olup siyasi danışmanı olan ve bu yönüyle Muaviye’nin karşısında yer alan İbn Abbas’dan da gelmiştir. O da   قال ابن عباس: ما رأيت أحدا أحلى للملك من معاوية.   “İdarede Muâviye’den daha tatlı birini göremedim” demiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, III, 433.)
Şimdi bunlara da mı “edeb yâhû!” diyelim?
Bunlara da mı “bu sözü söylerken iyiydin değil mi” diyelim.
Bunlara da mı “size ne diyeceğimi bilemiyorum?” diyelim
14- Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.) Muâviye’i vahiy kâtibi olarak görevlendirmiş, Hz. Ömer Şam’a Vali olarak atamış, Hz. Osman hilafete gelince onun yetkilerini daha da genişletmiştir.
Resulullah’ın kâtipleri içerisinde Muâviye’nin ismini İbn İshak, İbn Sa’d, İbn Hanbel, Ömer b. Şebbe, Halîfe b. Hayyât, Taberî, Cehşiyârî, Mes’ûdî, İbn Miskeveyh, Ya’kûbî ve diğerleri zikretmişlerdir.
(Kaynakları için bk. el-Bidâye ve’n-nihâye, V, 350; el-Misbâhu’l-mudî’, 8b.; Halîfe b. Hayyât, Târih, I, 77; Taberî, Târîh, VI, 179; el-Vüzerâu ve’l-küttâb, 12; et-Tenbîh ve’l-işrâf, 246; Tecârubü’l-ümem, I, 291; Ya’kûbî, Târîh, II, 80.)
15- Evet, ehil olmadığı halde oğlunu zorla veliaht yapmıştır, şuradan saltanata geçmiştir, bu, herkesin tasvip etmediği, tenkit ettiği bir husustur. Ancak bunu tenkit ederek idareyi ele geçiren Abbasiler de, onlardan sonra gelen Selçuklular ve Osmanlılar da bunu düzeltmemişler, hatta daha da güçlendirmişlerdi.
16- İlim yolcusu, akademisyen bir konuyu araştırırken ona tek taraflı bakmaz, lehte ve aleyhte olan delillere serdeder, sonra değerlendirir.
Sözü çok uzattım saygı, sevgi ve dualarımla.





EK
ibnü’l-esir, el-Kâmil fi’t-târîh, II, 249-250)

عَنْ يَزِيدَ بْنِ أَبِي سُفْيَانَ، قَالَ: قَالَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ، حِينَ بَعَثَنِي إِلَى الشَّامِ: يَا يَزِيدُ، إِنَّ لَكَ قَرَابَةً عَسَيْتَ أَنْ تُؤْثِرَهُمْ بِالْإِمَارَةِ، وَذَلِكَ أَكْبَرُ مَا أَخَافُ عَلَيْكَ، فَإِنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: " مَنْ وَلِيَ مِنْ أَمْرِ الْمُسْلِمِينَ شَيْئًا فَأَمَّرَ عَلَيْهِمْ أَحَدًا مُحَابَاةً فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللهِ، لَا يَقْبَلُ اللهُ مِنْهُ صَرْفًا وَلا عَدْلًا حَتَّى يُدْخِلَهُ جَهَنَّمَ، " مسند 1-6
HZ. EBU BEKİR’İN İDARECİLERE TALİMATI
وَأَمَّرَ أبو بكر يَزِيدَ بْنَ أَبِي سُفْيَانَ عَلَى جَيْشٍ عَظِيمٍ هُوَ جُمْهُورُ مَنِ انْتَدَبَ إِلَيْهِ، فِيهِمْ سُهَيْلُ بْنُ عَمْرٍو فِي أَمْثَالِهِ مِنْ أَهْلِ مَكَّةَ، وَشَيَّعَهُ مَاشِيًا، وَأَوْصَاهُ وَغَيْرَهُ مِنَ الْأُمَرَاءِ، فَكَانَ مِمَّا قَالَ لِيَزِيدَ:
إِنِّي قَدْ وَلَّيْتُكَ لِأَبْلُوَكَ وَأُجَرِّبَكَ وَأُخَرِّجَكَ، فَإِنْ أَحْسَنْتَ رَدَدْتُكَ إِلَى عَمَلِكَ وَزِدْتُكَ، وَإِنْ أَسَأْتَ عَزَلْتُكَ، فَعَلَيْكَ بِتَقْوَى اللَّهِ فَإِنَّهُ يَرَى مِنْ بَاطِنِكَ مِثْلَ الَّذِي مِنْ ظَاهِرِكَ، وَإِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِاللَّهِ أَشَدُّهُمْ تَوَلِّيًا لَهُ، وَأَقْرَبُ النَّاسِ مِنَ اللَّهِ أَشَدُّهُمْ تَقَرُّبًا إِلَيْهِ بِعَمَلِهِ، وَقَدْ وَلَّيْتُكَ عَمَلَ خَالِدٍ، فَإِيَّاكَ وَعُبِّيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ، فَإِنَّ اللَّهَ يُبْغِضُهَا وَيُبْغِضُ أَهْلَهَا، وَإِذَا قَدِمْتَ عَلَى جُنْدِكَ فَأَحْسِنْ صُحْبَتَهُمْ، وَابْدَأْهُمْ بِالْخَيْرِ وَعِدْهُمْ إِيَّاهُ، وَإِذَا وَعَظْتَهُمْ فَأَوْجِزْ؛ فَإِنَّ كَثِيرَ الْكَلَامِ يُنْسِي بَعْضُهُ بَعْضًا، وَأَصْلِحْ نَفْسَكَ يَصْلُحْ لَكَ النَّاسُ، وَصَلِّ الصَّلَوَاتِ لِأَوْقَاتِهَا بِإِتْمَامِ رُكُوعِهَا وَسُجُودِهَا وَالتَّخَشُّعِ فِيهَا، وَإِذَا قَدِمَ عَلَيْكَ رُسُلُ عَدُوِّكَ فَأَكْرِمْهُمْ، وَأَقْلِلْ لُبْثَهُمْ حَتَّى يَخْرُجُوا مِنْ عَسْكَرِكَ وَهُمْ جَاهِلُونَ بِهِ، وَلَا تُرِيَنَّهُمْ فَيَرَوْا خَلَلَكَ وَيَعْلَمُوا عِلْمَكَ، وَأَنْزِلْهُمْ فِي ثَرْوَةِ عَسْكَرِكَ، وَامْنَعْ مَنْ قِبَلَكَ مِنْ مُحَادَثَتِهِمْ، وَكُنْ أَنْتَ الْمُتَوَلِّي لِكَلَامِهِمْ، وَلَا تَجْعَلْ سِرَّكَ لِعَلَانِيَتِكَ فَيَخْلِطُ أَمْرُكُ، وَإِذَا اسْتَشَرْتَ فَاصْدُقِ الْحَدِيثَ تُصْدَقِ الْمَشُورَةَ، وَلَا تُخْزِنْ عَنِ الْمُشِيرِ خَبَرَكَ فَتُؤْتَى مِنْ قِبَلِ نَفْسِكَ، وَاسْمِرْ بِاللَّيْلِ فِي أَصْحَابِكَ تَأْتِكَ الْأَخْبَارُ وَتَنْكَشِفْ عِنْدَكَ الْأَسْتَارُ، وَأَكْثِرْ حَرَسَكَ وَبَدِّدْهُمْ فِي عَسْكَرِكَ، وَأَكْثِرْ مُفَاجَأَتَهُمْ فِي مَحَارِسِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ مِنْهُمْ بِكَ، فَمَنْ وَجَدْتَهُ غَفَلَ عَنْ مَحْرَسِهِ فَأَحْسِنْ أَدَبَهُ وَعَاقِبْهُ فِي غَيْرِ إِفْرَاطٍ، وَأَعْقِبْ بَيْنَهُمْ بِاللَّيْلِ، وَاجْعَلِ النَّوْبَةَ الْأُولَى أَطْوَلَ مِنَ الْأَخِيرَةِ؛ فَإِنَّهَا أَيْسَرُهُمَا لِقُرْبِهَا مِنَ النَّهَارِ، وَلَا تَخَفْ مِنْ عُقُوبَةِ الْمُسْتَحِقِّ، وَلَا تَلِجَّنَّ فِيهَا، وَلَا تُسْرِعْ إِلَيْهَا، وَلَا تَخْذُلْهَا مَدْفَعًا، وَلَا تَغْفُلْ عَنْ أَهْلِ عَسْكَرِكَ فَتُفْسِدَهُ، وَلَا تَجَسَّسْ عَلَيْهِمْ فَتَفْضَحَهُمْ، وَلَا تَكْشِفِ النَّاسَ عَنْ أَسْرَارِهِمْ، وَاكْتَفِ بِعَلَانِيَتِهِمْ، وَلَا تُجَالِسِ الْعَبَّاثِينَ، وَجَالِسْ أَهْلَ الصِّدْقِ وَالْوَفَاءِ، وَاصْدُقِ اللِّقَاءَ، وَلَا تَجْبُنْ فَيَجْبُنَ النَّاسُ، وَاجْتَنِبِ الْغُلُولَ فَإِنَّهُ يُقَرِّبُ الْفَقْرَ وَيَدْفَعُ النَّصْرَ، وَسَتَجِدُونَ أَقْوَامًا حَبَسُوا أَنْفُسَهُمْ فِي الصَّوَامِعِ فَدَعْهُمْ وَمَا حَبَسُوا أَنْفُسَهُمْ لَهُ.
وَهَذِهِ مِنْ أَحْسَنِ الْوَصَايَا وَأَكْثَرِهَا نَفْعًا لِوُلَاةِ الْأَمْرِ.
El-kamil, II. 249-250


83-HACI VEYİSZADE’DEN BİR HATIRA


83-HACI VEYİSZADE’DEN BİR HATIRA

Emekli müftülerden Damla Yayınevi sahibi Mehmet Doğru Hoca, Konya İmam-Hatip Lisesi’nin ilk mezunlarındandır. Bu nedenle Konya’nın değerli ilim adamlarından okuma imkânı bulmuştur.
Doğru’nun hocalarından biri de meşhur Hacıveyiszade Mustafa Efendidir. Doğru, İmam-Hatip Lisesinde öğrenci iken Hocası Hacıveyiszade ile ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor:
- Hocam, bir defa derste beni dalgın görüp ikaz etmişti. Onun sorumluluk taşan o güzel ikazını hiç unutamam. Şöyle demişti:
“- Muhammed! Dükkân yerinde duruyor, sen burada dersimizi dinle. Siz Allah’ın huzurunda bulunuyorsunuz, meleklerin kanatlarında oturuyorsunuz.“
Doğru Hoca devamla şöyle soruyor: “Ders almanın, ders dinlemenin, derste bulunmanın ne demek olduğunu bundan daha güzel ifade etmek mümkün mü?”
Ben de bu hatırayı okuyunca çok etkilendim, eski fedakâr, cefakâr, samimi, ihlaslı hocalarımızı düşündüm, gözlerime hâkim olamadım. Bu ne güzel söz, ne güzel ikaz, ne güzel uyarı! Peygamber Efendimizin sünnetine uyup onun yaptığı gibi yapıyor:
Sahabe-i kiramdan Muaviye b. Hakem es-Sülemî namazda nelerin yapılmaması gerektiğini henüz tam olarak bilmediği bir dönemde bizzat yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor: Resulullah (sav) ile birlikte namaz kılıyordum. Cemaatten biri hapşırdı. Ben de ona:
“- Yerhamukellâh/Allah sana rahmetiyle muamele etsin” dedim. Cemaat gözlerinin ucuyla bana baktılar. Ben:
“- Size ne oluyor da ters ters bana bakıyorsunuz?” dedim. Onlar ellerini dizlerine vurmaya başladılar. Onların beni susturmak istediklerini anladım, sustum. Resulullah (sav) namazı bitirince beni çağırdı, -Anam babam ona feda olsun, ne ondan önce ne de sonra, ondan daha güzel öğreten birini görmedim. Allah’a yemin ederim ki o ne beni azarladı, ne vurdu ve ne de bana kötü söz söyledi-, şöyle buyurdu:
“- Namazda insan konuşmak caiz değildir. Namazda tesbih ve tekbir getirilir ve Kur’an okunur.” (Müslim, Mesacid, 33)
Bir defa Hoca dersini vermekle yetinmiyor, verdiği dersin dinlenilmesini, öğrenilmesini ve hatta yaşanmasını istiyor. Bunun için Mehmet Doğru Hocanın dikkatini çekiyor ama diğer öğrencilere de ders vermeyi ihmal etmiyor.
Hoca Efendinin “meleklerin kanatları üzerinde oturuyorsunuz” sözü de Peygamber Efendimizin hadis-i şeriflerinden alıntıdır. Efendimiz:
إِنَّ الْمَلَائِكَةَ تَضَعُ أَجْنِحَتَهَا لِطَالِبِ الْعِلْمِ رِضًا بِمَا يَطْلُبُ
“Melekler ilim tahsil edenlerden hoşlandıkları için onlara kanatlarını gererler.” buyurmuştur. (Nesâî, Taharet, 113)
Ebedi âleme göç eylemiş bütün hocalarımıza Allah rahmet eylesin, ruhlarını şad eylesin.

82-MÜMİNLERLE ALAY ETMEK


82-MÜMİNLERLE ALAY ETMEK


Yüce Rabbimiz Bakara suresinin 212’inci ayetinde:
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
İnkâr edenlere dünya hayatı süslü ve cazip gösterildi. Onlar iman edenlerle alay ediyorlar. Allah’ın azabından korkan müminler ise kıyamet gününde onlardan üstün olacaklardır. Allah dilediğine rızkı hesapsız olarak verir” buyurmuştur.
Ayet-i kerimede dört şey dikkatimizi çekmektedir:

1.-İnkâr Edenlere Dünya Hayatının Süslü Gösterilmesi

Ayet-i kerimede iki tip insandan bahsedilmektedir.
Biri ahirete, yani öldükten sonra tekrar diriltilip hesaba çekileceklerine inanmayan kâfirler, müşrikler ve münafıklardır. Onlara göre hayat dünya hayatından ibarettir, ahiret hayatı diye bir şey yoktur.[1] Onun için onlar gözleriyle dünya hayatını çok süslü, cazip ve çekici görürler, ahiret inancı olmadıkları için kalpleri de bu fani hayatın sevgisiyle doludur.
Diğerleri ise onların kendileriyle alay ettikleri, kendileri gibi dünya hayatına rağbet etmeyen, dünyalık peşinde koşmayan, kendilerini ibadet ve taata veren fakir müminlerdir.
İnanmayanların ufukları dar, görüşleri kıttır. Sadece gözleriyle görebildiklerine inanırlar, bu âlemin ötesinde başka bir âlemin varlığını düşünemezler. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle:
يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ
“Onlar sadece bu dünya hayatının zahirini/ dış yüzünü/ görünüşünü bilirler, ahiret hayatından ise onlar tamamen gafildirler.”[2] Zira ahiret hayatı duygularla bilinmez, duygularla görünmez, salim, safiyeti bozulmamış temiz akılla bilinir. Onlarda da bu akıl yoktur.

2. Kâfirlerin Müminlerle Alay Etmeleri

Ayet-i kerimde zikredilen kâfirlerden maksadın kimler olduğu, başka bir ifadeyle ayetin nüzul sebebinin kimler hakkında olduğu hususu ihtilaflıdır.
1- Tabinin büyük âlimlerinden Katade’nin belirttiğine göre ayet münafıkların risi olan Abdullah b. Übey b. Selûl ve adaamları hakkında inmiştir.[3] Düyada kendileri bolluk içerisinde yaşıyorlar, zayıf, fakir müminlerle alay ediyorlardı
2- Ata b. Ebi Rebah’ın belirttiğine göre ise Medine’de yaşayan Yahudilerden Kurayza oğulları, Nadîr oğulları ve Kaynuka oğulların reisleri hakkında nazil olmuştur. Bunlar da fakir müminler ve muhacirlerle alay ediyorlardı.[4]
3- İbn Abbas’a göre ise ayet, Mekke müşriklerinin önde gelenlerinden Ebu Cehil ve diğerleri hakkında nazil olmuştur.[5]
Razi bu görüşleri naklettikten sonra, bunların hepsi hakkında nazil olmuş olmasında bir mani yoktur, demiştir. Evet hepsi hakkında nazil olmuş olabilir. Kaldı ki ayet-i kerimenin nüzul sebebinin hususi olması, hükmünün umumi olmasına mani değildir.
Mekke kodamanları ilk Müslümanlarla alay ediyorlardı.
Alay etmelerinin sebebi kendilerini zengin, onları fakir görmeleri, ayrıca kendilerini akıllı, onları ise akılsız görmeleri idi. Zira ilk Müslümanlar, genellikle fakir, yoksul, kendilerini koruyup himaye edecek aşiret ve akrabaları olmayan aciz kimseler idi, bunların bazısı da kölelerdi. Müşriklerin müminlerle alay etmelerinin başka bir sebebi de onların putlara tapmayı terkedip bir Allah’a, ahirete ve diğer iman esaslarına iman etmeleri idi. Yoksa onların alay edilecekleri gayr-i ahlakı hareketleri, kötü bir durumları yoktur.
Aslında başkalarıyla alay eden kimse, kendisini büyük görüp karşısındaki kimseyi küçük, hor, hakir gördüğü için alay eder. Bu, ahlak dışı bir davranış olup büyük günahtır. Hele bir mümin sırf imanından dolayı hor ve hakir görülerek alay edilirse, onun inanmış olduğu islam ile alay edilmiş olur. Nitekim ayet-i kerimede onların şahıslarından ziyade inançları öne çıkarılarak “iman edenlerle alay ediyorlar” denilmektedir. Bu da onların dinleriyle, islam dini ile alay edildiğini göstermektedir. İslam ile alay edilmesi ise -Allah korusun- insanı inkâra, küfre götürür.

3. Kıyamet gününde müminler onlardan üstün olacaklar

Ayetin devamından öğrendiğimize göre, dünyada iken kendileriyle alay edilen müminler ahirette onların üstünde olacaklardır. “Onların üstünde olacaklar” ifadesi üç şekilde açıklanmıştır:
a- Mekan itibariyle üstte olacaklardır. Çünkü müminler gökteki cennet-i âlâda olacaklar ve her türlü nimetlerden istifade edeceklerdir. Onlarla alay eden kâfirler, müşrikler ve münafıklar ise yerdeki siccin’e, cehenneme gidecekler, orada şiddetli azaba uğrayacaklar.
b- Veya şeref, mertebe ve derece itibariyle üstte olacaklardır.
c- Yahut müminlerin kıyamet gününde kafirlerle yapacakları alay, onların dünyada müminlerle yapmış oldukları alaylarının üstünde olacaktır.[6]
Kafirler cehennemde dünyada iken kendileriyle alay ettikleri müminleri göremeyince kendi aralarında konuşmaya başlarlar ve birbirlerine:
وَقَالُوا مَا لَنَا لَا نَرَى رِجَالًا كُنَّا نَعُدُّهُمْ مِنَ الْأَشْرَارِ أَتَّخَذْنَاهُمْ سِخْرِيًّا أَمْ زَاغَتْ عَنْهُمُ الْأَبْصَارُ
"Acaba neden, dünyada iken kendilerini şerli sayıp alay ettiğimiz birtakım adamları burada görmüyoruz? Dünyada iken, onlarla alay ederdik! Yoksa gözlerimiz onlardan kaydı da onun için mi kendilerini göremiyoruz?"[7] derler.
Dünyada iken onların doğru yolda olabileceklerini düşünmedikleri gibi, ahirette de onların cennette nimetler içerisinde olabileceklerini düşünmüyorlar, kendileri gibi onları da cehennemde arıyorlar.
el-cezâü min cinsi’l-amel yani insana verilecek olan ceza işlemiş olduğu suçu cinsinden olur, denilmiştir. Bu dünyada başkalarıyla alay edenle ahirette alay edilir. Nitekim Mutaffifîn Suresi’nde bu husus şöyle belirtilmiştir:
إِنَّ الَّذِينَ أَجْرَمُوا كَانُوا مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا يَضْحَكُونَ  وَإِذَا مَرُّوا بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ وَإِذَا انْقَلَبُوا إِلَى أَهْلِهِمُ انْقَلَبُوا فَكِهِينَ وَإِذَا رَأَوْهُمْ قَالُوا إِنَّ هَؤُلَاءِ لَضَالُّونَ وَمَا أُرْسِلُوا عَلَيْهِمْ حَافِظِينَ فَالْيَوْمَ الَّذِينَ آمَنُوا مِنَ الْكُفَّارِ يَضْحَكُونَ  عَلَى الْأَرَائِكِ يَنْظُرُونَ هَلْ ثُوِّبَ الْكُفَّارُ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
Günah işlemeyi adet haline getirmiş olan inkârcı suçlular, dünyada iken müminlerle alay edip, onlara gülüyorlardı.
Müminler yanlarından geçerken birbirlerine kaş göz işareti yaparak onlarla alay ediyorlardı. Yandaşlarının yanına döndüklerinde, yaptıklarını onlara zevkle anlatıp eğleniyorlardı. Ve onları gördükleri zaman, “Şunlar, gerçekten sapıtmış tipler!” diyorlardı.
Oysa onlar, müminler hakkında hüküm vermek üzere gözcü tayin edilmiş değillerdi. (Müminlerin sapık oldukları hususunda onların karar verme yetkileri yoktu.)
Hesap günü ise, iman edenler, dünyada iken kendileriyle alay eden o kâfirlerin hallerine gülecekler,
Koltuklarına kurulup, dünyada kendileriyle alay eden kâfirlerin perişan durumuna bakarlar.
Nasıl, kâfirler dünyada yaptıklarının tam cezasını buldular mı?”[8]

4- Allah’ın, Dilediğine Hesapsız Rızık Vermesi

Konumuz olan ayetin sonunda, “Allah dilediğine rızkı hesapsız olarak verir” buyrulmuştur.
Yukarıda da belirtildiği gibi, inkârcıların müminlerle alay etmelerinin sebeplerinden biri de kendilerinin zengin, müminlerin de fakir olmasıdır. Onlar bundan, kendilerinin doğru yolda olduklarını, onun için Allah’ın kendilerine rızıkların bol verdiğini, Müminlerin ise yanlış yolda oldukları için fakir oldukları hükmünü çıkarıyorlar. Oysa rızkın bol verilmesi insanın Allah katındaki değerine göre değildir. Allah rızkı mümine de, kâfire de çok verebilir.
Mümine çok veya az vermesi onu imtihan içindir, çok verirse şükreder, az verirse sabreder. Her iki durumda da Allah’ın emrine uygun hareket etmiş olup rızasını kazanmış olur.
Kâfire çok vermesi ise istidrac içindir. Onlara çok mal mülk verdikçe kendilerinin doğru yolda olduğuna inanırlar, böylece dünyada fısk u fücurları, ahirette ise azapları daha da artar.


[1]  Câsiye Suresi, 24
[2]  Rûm Suresi, 7
[3]  Şirbînî, es-Sirâcü’l-münîr, I, 158
[4]  Şirbînî, es-Sirâcü’l-münîr, I, 158
[5]  Bkz. Razi, Trc. V, 49
[6]  Razi, Mefâtîhu’l-gayb,
[7]  Saad, 62-63
[8]  Mutaffifin Suresi, 29-36