21 Ağustos 2018 Salı

68-BEN BİR GÜNAH İŞLEDİM SEN ÜÇ


68-BEN BİR GÜNAH İŞLEDİM SEN ÜÇ


Yüce Rabbimiz Nur Suresinin 27-28’inci ayetlerinde başkalarının evine girerken riayet edilmesi gereken adab-ı muaşeret kurallarını öğreterek şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Kendi evinizden başka bir eve girmek istediğiniz zaman insanların mahremiyetlerine muttali olmamak için ev sahiplerinden habersiz olarak aniden içeriye girmeyiniz, önce kendilerinden izin isteyiniz, onlara selâm veriniz. Aranızdaki ilişkiler bakımından sizin için böylesi daha uygundur; umulur ki siz de düşünüp bu kurallara uyarsınız.

Eğer ev sahipleri içeride değilse, ya da içeride olup girmenize izin verilmiyorsa israr etmeyiniz, geri dönünüz. Şüphesiz ki Allah sizin bilmediklerinizi bilmektedir." (Nûr; 27, 28)

Hz. Ömer (r.a.) hilafeti döneminde Medine'de geceleyin karakol gezer, asayişsizlik ve benzeri şeyler olup olmadığı hususunda halkı kontrol ederdi. Yine bir gece Medine sokaklarında dolaşırken bir evde şarkı söylenip naralar atıldığını işitti. Adamı suçüstü yakalamak için hemen duvardan aşıp içeri girdi, baktı ki içeride bir adam, yanında bir kadın, bir de şarap kabı var. O gür sesiyle adama seslendi:

“- Ey Allah'ın düşmanı! Sen böyle günah işleyeceksin de Allah seni örtecek m i sandın? “ dedi. Adam sakin bir şekilde Hz. Ömer’e şöyle cevap verdi:

“- Sen de acele etme, ey Müminlerin Emiri! Ben bir
günah işledim ise, sen üç konuda günah işledin:

a- Allah Teala “Lâ tecessesû: insanların kusurlarını, gizli hallerini araştırmayınız." (Hucurât, 59/12) buyuruyor, sen bu emre uymadın, benim gizli durumumu araştırdın,

b- Allah Teala “Ve’tü’l-büyûte min ebvâbihâ: Evlere kapılarından giriniz." (Bakara, 2/189) buyuruyor, sen duvardan aşıp evime girdin,

c- Allah Teâlâ kendi evinizden başka bir eve girmek istediğiniz zaman izin isteyip selâm vermeden girmeyiniz”, buyuruyor, sen izinsiz girdin” (Nur, 24/27) dedi.

Hz. Ömer (r.a.) baktı, adam suçlu ama kendisi gerçekten ondan daha suçlu. Suçunu anladı ve adamı cezalandırmaktan vazgeçti. Vazgeçmekle de kalmadı, adamdan af diledi. Adama hitaben:

“- Şimdi ben sizi affedersem, siz de beni affeder misiniz?” dedi. Adam da Müminlerin Emiri Hz. Ömer’in bu adaleti ve suçlu olduğunu kabul etmesi karşısında:

“- Evet affederim” dedi. Hz. Ömer böylece onu bıraktı. (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 208

69-MÜŞRİKLER İSTEMESE DE İSLAM GALİP OLACAKTIR


69-MÜŞRİKLER İSTEMESE DE İSLAM GALİP OLACAKTIR


Mekke müşrikleri içerisinde İslam’ın ve müslümanların azılı düşmanlarından biri de Velid b. Mugire idi. Velid b. Mugire Mekke’nin en varlıklı, en nüfuzlu, ailelerinden ve önde gelen liderlerinden biri idi. Ayrıca Arap dili ve edebiyatına hakimiyeti, şairliği, bilgisi ve kültürü ile temayüz etmişti. İslam’ın ilk yıllarında Hz. Muhammed'e açıktan cephe almış, hayatını İslam düşmanlığı ile geçirmişti.

 Panayırlara Mekke dışından gelenlere Resulullah islamı tebliğ ediyor, onları İslama davet ediyordu. Yine bir panayır vakti gelmek üzere idi.

   Müşrikler saygın bir insan olan Velid b. Mugire’nin yanında toplanmışlardı. Velid onlara şöyle hitap etmişti:

“- Panayır zamanı yine çok yaklaştı, her taraftan Arapların temsilcileri size gelecek. Tabi bu zat da boş durmayacak, onları getirmiş olduğu yeni dine davet edecek. Bu nedenle siz onun hakkında farklı şeyler söylemeyin, tek bir görüş üzerinde birleşin ve kimse kimseyi yalanlamasın.” Onlar:

“- Onun hakkındaki fikrini söyler misin” dediler. Velid:

“- Hayır, önce siz konuşun, ben sonra kanaatimi belirteceğim” dedi. Onlar:

“- O bir kahindir” dediler. Velid:

“Vallahi o, kâhin değil, çünkü kahinlerin anlamsız mırıldanmaları ve seci’li sözleri onda yok” dedi.

“- Öyle ise cinlenmiş/ mecnun” dediler.

“- Hayır, değil, ben cinlenmiş insanları gördüm. Bunda ne boğulma, ne kasılma hareketleri ve ne de fısıldamalar var” dedi.

“- O halde şairdir” dediler.

“- Hayır, o bir şair de değil, çünkü biz şiirin bütün şekil ve ölçülerini biliyoruz” dedi.

“- Öyle ise o bir büyücüdür” dediler. Velid:

“- Hayır biz büyücüleri de ve onların büyülerini de gördük, burada ne üfürük, ne de düğüm var” dedi.

“- O halde ne diyelim, ey Velid” dediler. Velid şöyle dedi:

“- Vallahi onun getirmiş olduğu Kelam tatlı, kökü sağlam ve dalları meyveli bir hurma ağacınınki gibi.. Söylediğiniz şeylerin hepsinin yanlışlığı bilinmektedir. Gerçeğe en yakın olan söz “o büyücüdür” sözüdür. Zira onun getirdiği mesaj oğlu babasından, kardeşi kardeşinden ve kocasını hanımından ayırıyor” dedi. (İbn Hişam, Sira, s. 230)

Velid b. Mugire, hayatında İslam’ın Mekke’de hâkim olmaması için elinden gelen gayreti göstermişti. ama ölümünden sonra İslam’ın Mekke’de hakim olması endişesi huzurunu kaçırıyordu.  Artık ömrünün son günleri idi, hastalanmıştı, ölüm döşeğinde çırpınıyordu. Orada bulunan Ebu Cehil dayanamayarak:

“- Amcacığım! Niye bu kadar muzdaripsin?” diye sorunca Velid b. Mugire:

“- Benim ıstırabım ölümden korktuğumdan, yahut dünyayı terk ettiğimden dolayı değil, -Hz. Peygamberi kastederek-İbn-i Ebî Kebşenin, dininin Mekke’de hakim olma endişesinden dolayıdır” dedi.

Orada bulunan yine kendisi gibi aşırı İslam düşmanı olan Ebu Süfyan, Velid’e yönelerek:

“- Korkma ben onun dininin Mekke’de galip gelip yayılmasına fırsat vermeyeceğim” diyerek güya ona teminat vermişti.” (Ş. Yeşil, Hz. Muhammed, 160)

Ebu Süfyan böyle teminat vermişti ama Allah, Mekke’nin fethedilip halkının Müslüman olmasını, böylece İslam’ın galip gelmesini diliyordu. Allah’ın dilediği elbette olurdu. Nitekim öyle de olmuş, hicretin sekizinci yılında Mekke fethedilmiş, bütün müşrikler İslam’a girmişti. İslam’a girenlerin arasında bizzat Ebu Süfyan’da bulunuyordu. Nitekim bu husus tevbe Suresinin 33. Ayetinde şöyle ifade edilmiştir.

هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ

“Elçisini doğru yolu gösterici ve hak dini tebliğ edici olarak gönderen Allah, müşrikler istemese de hak dini diğer bütün batıl dinlere üstün ve galip kılacaktır.”

70-ALLAH İMHAL EDER İHMAL ETMEZ


70-ALLAH İMHAL EDER İHMAL ETMEZ


Yüce Rabbimiz İbrahim Suresinin 42. Ayetinde:

وَلَا تَحْسَبَنَّ اللَّهَ غَافِلًا عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَ إِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ فِيهِ الْأَبْصَارُ (42)

“Sakın şu zalimlerin yaptıklarından Allah'ın gafil/ habersiz olduğunu sanma. Onların cezalarını gözlerin dehşetten belerip kalacağı bir güne/mahşer gününe ertelemektedir.” buyurmuştur.

Ayet-i kerimede başta Peygamber Efendimiz olmak üzere hem bütün zulme, haksızlığa uğrayan insanlara, hem de onlara zulmeden zalimlere mesaj vardır. Şöyle ki;

Allah, herkese yaptığının karşılığını mutlaka verecektir; hayır yapmışsa hayır, şer işlemişse şer. Herkes iyilik yapmışsa sevabını, kötülük yapmışsa azabını görecektir. Allah, bazı zalimlerin cezasını geciktirmeyip hemen bu dünyada veriyor, bizim bilemediğimiz birtakım hikmetlerinden dolayı bazı suçluların cezasını ise hemen vermiyor, imhal ediyor/ mühlet veriyor, geciktiriyor. Ama asla ihmal etmez, cezasız bırakmaz, zamanı gelince cezasını mutlaka verir. Ya bu dünyada verir ya da ahirette. Yüce Rabbimizin onları hemen cezalandırmayıp azaplarını ertelemesi;

Onların yaptıkları zulümden habersiz olduğu,

Ya da onları ihmal ettiği için değil,

Daha şiddetli ve daha büyük bir azaba çarptırılmaları içindir. Nitekim ayetin son bölümünde: "O, zalimlerin hesabını gözlerin dehşetten belerip kalacağı bir güne ertelemektedir.” buyrularak bu husus belirtilmiştir.

Şair ne güzel söylemiş:

Olsun be aldırma yaradan yârdır,

Sanma ki zalimin ettiği kârdır

Mazlumun âhı indirir şâhı

Her şeyin bir vakti vardır.


Evet, herşeyin bir vakti vardır, azabın/cezanın da vakti var, sevabın/mükâfatın da vakti var. Herşey bir usule, bir esasa bağlanmıştır. Kainatta bir düzensizlik yoktur.


Erzurumlu Âşık Sümmânî (ö. 1915) de:

Sanma dileyenler muradın almaz

Kimsenin ettiği yanına kalmaz

Zalimin zulmüne Hak razı olmaz

Ya mazlumun ahı kalır mı yerde!?


Evet, zalimin zulmüne Cenâb-ı Hak asla razı olmaz, mazlumun ahı yani bedduası da yerde kalmaz. Peygamber Efendimiz Muaz b. Cebel (r.a.)’ı Yemen’e Vali ve Kadı olarak gönderirken yapmış olduğu tavsiyelerden biri de:

اتَّقِ دَعْوَةَ المَظْلُومِ، فَإِنَّهَا لَيْسَ بَيْنَهَا وَبَيْنَ اللَّهِ حِجَابٌ

“Mazlumun bedduasından kaçın, çünkü onunla Allah arasında bir perde yoktur yani mazlumun bedduası hemen Allah’a yükselir ve kabul olur.” Buyurmuştur. (Buhari, Mezalim, 10)

Efendimiz başka bir hadis-i şeriflerinde de:

اتَّقُوا دَعْوَةَ الْمَظْلُومِ، وَإِنْ كَانَ كَافِرًا، فَإِنَّهُ لَيْسَ دُونَهَا حِجَابٌ

“Kafir de olsa mazlumun bedduasından kaçının, çünkü onun önünde kabul olmaması için bir perde, bir engel yoktur” buyurmuştur. (Ahmed, III, 153)

Atalarımız, “Ocak söndürenin ocağı söner” demişler. Yavuz Sultan Selim zamanında yaşamış olup onunla beraber Çaldıran ve Mısır seferlerine katılmış ve Geyveli olduğu için Güvâhî mahlasıyla şiirler yazan meşhur şair bir beytinde şöyle demiştir:

Akıtma kimse yaşın, olma bed-hû
Elinle ocağına koymagil sû.

Beyitte; huysuzluk yaparak insanların gözyaşlarını akıtan kimse, eliyle kendi ocağına su döküp ocağının sönmesine sebep olacağı belirtilir.


71-KARZ-I HASEN


71-KARZ-I HASEN


Sözlükte ‘karz’, borç vermek, şiir söylemek, ceza veya mükâfat vermek demektir. Karzın asıl manası bir şeyi kesmek demektir. Aynı kökten gelen mıkraz makas demektir. Malından bir miktar kesip/ayırıp birine vermeye, para, mal yardımına birine verilen borca da karz denir.  ‘Hasen’ ise ‘güzel’ anlamına gelir. Buna göre karz-ı hasen, güzel borç vermek demektir. İslam dini güzellikler dinidir. Kur’an-ı Kerimde: “Ve ehsinû innallâhe yuhıbbü’l-muhsinîn: iş ve ibadetlerinizi güzel yapınız, Allah görevini güzel yapanları sever” buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde: “İnnellâhe cemîlün yuhıbbü’l-cemâle: Allah güzeldir, güzelliği sever” buyurmuştur.

Dinimiz Müminin yaptığı her şeyin güzel olmasını istediği gibi, borcu güzel vermesini, yardımı da güzel yapmasını istemektedir. Verilen her borca karz-ı hasen/güzel borç verme denilmez. Borç vermenin güzel olabilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:

- Verilen borç helalından kazanılmış olmalı,

- Borçta faiz ve faiz şüphesi olmamalı,

- Maddi bir menfaat, bir çıkar gözetilerek verilmemeli,

- Gaye sadece Allah’ın rızasını kazanmak olmalı,

- Borç verilen kimse minnet altında bırakmaya çalışılmamalı.

Dinimiz müslümanları karz-ı hasende bulunmaya teşvik etmektedir. Karz-ı hasen ifadesi Kur’an-ı Kerimde altı defa, fiil olarak da yedi defa olmak üzere toplam on üç defa zikredilmiştir.

‘Karz’ kelimesi altı yerde de “hasen/güzel” lafzıyla beraber zikredilmiştir. Ayrıca bu altı yerde de Allah’a borç vermek şeklinde gelmiştir. Misal olarak bu ayetlerden birini kaydedelim:

مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللَّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

“Kim Allah’a güzel bir borç verirse, Allah onu kat kat fazlasıyla kendisine geri öder. Allah geçimliğinizi ve iç dünyanızı bazen sıkar, daraltır; bazen da açar, genişletir. Sonuçta zaten siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Bakara, 245)"

Ayette zikredilen “Allah’a karz-ı hasen/güzel bir borç verme” tabirinin kullanılması mecâzi anlamdadır. Malın en iyisini ve verilecek en faydalı ciheti seçerek Allah yolunda ihlas ile harcama yapılması ve Allah’ın buna kat kat sevap ve karşılığı taahhüt buyurması hususunun bir karz-ı hasene benzetilerek fiilde bir istiare-i tebeiyye veya görünüşte bir istiare-i temsiliyye yapılmıştır.” (Elmalılı, VII, 424)

Yapılan yardımın karz-ı hasen olabilmesi için aşağıda belirtilen on vasfı taşıması gerekir:

1. Sarf edilecek malın, helal yollarla kazanılmış olması gerekir.

2. Kişinin, sahip olduğu malın en iyisinden olmalıdır.

3. Karz-ı hasen sahibi sıhhatli, yaşama ümidi besleyen, fakirlik korkusu içinde tutumlu hareket eden birisi olmalıdır.

4. Malı, en muhtaç ve en uygun olana vermelidir.

5. Verdiği malı, gizlemeli, açığa vurmamalıdır.

6. Arkasından başa kakmamalı, eziyet etmemelidir.

7. Maksadı, sırf Allah rızası olmalıdır.

8. Verdiği çok olsa da az ve ehemmiyetsiz görmelidir.

9. En sevdiği malından vermelidir.

10. Malı, fakire evine götürerek vermek suretiyle onu en fazla memnun edecek yöntemi seçmelidir. (Elmalılı, VII, 424)


Sevabı

Yukarıda belirtilen hususlara riayet edilerek yapılan iyilik ve yardımların ecrinin Allah tarafından kat kat fazlasıyla vereceği vaade dilmiştir.

Abdullah b. Mesud’un rivayet ettiğine göre Ensar’dan Ebu Dehdâh konumuz olan ayet nazil olunca:

"Ya Resulallah! Allah bizden borç mu istiyor?” diye sordu. Resulullah

"- Evet, Ey Ebu Dehdah! Allah borç istiyor" buyurdu.

Bunun üzerine Ebu Dehdah Peygamberimizden elini uzatmasını istedi ve elini tutarak:

“- Ben bağımı Allah’a güzel bir borç olarak veriyorum” dedi. İbn Mesud, Ebu Dehdah’ın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve bağı içindeki evde ailesiyle birlikte oturduğunu söyler.

Bu hadiseden sonra Ebu Dehdah evine gelir ve hanımına:

“- Ey Dahdah’ın annesi! “ diye seslendi. O da:

“- Buyur Efendi” diye cevap verdi. Ebu Dehdah:

“- Bahçeden çık, çünkü ben onu Yüce Rabbime borç olarak verdim” dedi. Hanımı da ona:

“-Ey Ebu Dehdah, çok karlı bir alış veriş yaptın” diye cevap verir. Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar.” (İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’an, I, 179)

72-YEDİ ŞAHİT


72-YEDİ ŞAHİT


Yüce Rabbimiz Zilzal Suresinde şöyle buyurmuştur:

إِذَا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا (1) وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا (2)  وَقَالَ الْإِنْسَانُ مَا لَهَا (3) يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا (4) بِأَنَّ رَبَّكَ أَوْحَى لَهَا (5) يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ أَشْتَاتًا لِيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ (6) فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ (7) وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ (8)

1. Yeryüzü kendine has bir sarsıntıya uğratıldığı,

2. içindekileri dışarıya çıkarıp attığı

3. ve insan, "Ona ne oluyor?" dediği zaman,

4. İşte o gün yer, üstünde olan biten her şeyi anlatır:

5. Çünkü Rabbin ona bunları vahyeder.

6. İşte o gün bölükler halinde insanlar yaptıklarını görmek için kabirlerinden çıkıp yüce divana dururlar,

7. Zerre miktarı hayır yapan onu bulur,

8. Zerre miktarı şer yapan da onu bulur.

Merhum İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri meşhur Tefsiri “Rûhul-Beyan”da yukarıda metnini ve mealini sunduğumuz Zilzal Suresinin tefsirinde, insanın işlemiş olduğu günah ve mâ’siyetlerin yedi şahitle tespit edildikten ve ileri sürebileceği hiçbir itirazı kalmadıktan sonra hakkında hüküm verileceği belirtilmiştir.

ويقال ان لله عليك سبعة شهود

-1المكان كما قال تعالى يومئذ تحدث اخبارها

-2والزمان كما فى الخبر ينادى كل يوم انا يوم جديد وانا على ما تعمل فى شهيد

-3واللسان كما قال تعالى يوم تشهد عليهم ألسنتهم

-4والأركان كما قال تعالى وتكلمنا أيديهم وتشهد أرجلهم

-5والملكان كما قال تعالى وان عليكم لحافظين

-6والديوان كما قال تعالى هذا كتابنا ينطق عليكم بالحق

-7والرحمن كما قال انا كنا عليكم شهودا فكيف يكون حالك يا عاصى بعد ما شهد عليك هؤلاء الشهود

İnsana denilecek ki yüce Allah'ın senin aleyhine şahitlik edecek tam yedi şahidi vardır, bunlar:

1- Mekân yani yeryüzü: Yüce Allah: “Kıyamet gününde yer, üstünde olup biten bütün haberlerini anlatır” buyurmuştur

2- Zaman: Nitekim bir rivayette şöyle denir: “Zaman her gün, “ben yeni bir günüm, ben senin yaptıklarına şahidim, dikkatli ol” diye seslenir.

3- Lisan yani insanın dili: Allah şöyle buyur: “Kıyamet günü onların ağızlarını mühürleriz de işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler ve ayakları da buna şahitlik eder.”  (Yasin, 65)

 4- Organlar. Yüce Allah şöyle buyurur: “O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir.” (Nur, 24)

5- İnsanların amellerini yazan iki melek. Yüce Allah şöyle buyurur: “Yanı başınızda sizleri devamlı gözetleyen, yaptığınız her şeyi her söz ve davranışınızı kayda geçiren tertemiz değerli melekler var.” (İnfitar, 16)

6- Divan yani amel defter: Yüce Allah şöyle buyurur: “İşte sizinle ilgili her şeyi dosdoğru anlatacak olan kayıt defterimiz! Doğrusu biz, yaptığınız her şeyi bir bir kaydediyorduk, denilecek” (Câsiye, 29)

7- Rahman. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, siz ne iş yaparsanız yapınız, o işe dalıp gittiğiniz zaman mutlaka biz sizi görürüz.” (Yunus, 61)

O halde ey asi kul! Bunca şahit kıyamet gününde senin aleyhine şahitlik edince halin nice olur? Hiç düşündün mü?’

Aslında bu kadar şahide ne lüzum var, Yüce Rabbimiz her şeyi en ince teferruatına kadar biliyor, denebilir. Fakat Allah Kullarının yaptıkları hakkında her şeyi bilmesine rağmen, kullarının da ilahi adaleti görüp mutmain olmaları için deliller ve şahitler getirdikten sonra hükmünü verir.  

73-ECDADINLA ÖVÜNMEYİ BIRAK-1


73-ECDADINLA ÖVÜNMEYİ BIRAK KENDİ AMELİNE BAK-1


İslam dini gelmeden önce cahiliye dönemi Araplarında kibir, gurur, kendini beğenme ve övünme duygusu hâkimdi. Kabilelerin hatipleri ve şairleri vardı. Bunlar şiirleri ve hitabeleriyle kendi kabilelerini diğer kabilelere karşı överlerdi. Bazen hayatta övecekleri ve kendileriyle övünecek kimseleri kalmayınca mezarlıklara gidip oradaki ölüleriyle övünürlerdi. Nitekim Tekâsür suresinde bu olay anlatılır. Tekasür, çokluk yarışı, mal ve evlat çokluğu ile övünme demektir.

Ayet-i kerimede:      

أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ

“Çoklukla övünme yarışı sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.” buyrulmuştur.

Kabirlerin ziyaret edilmesini üç şekilde izah etmek mümkün:

Bir izaha göre; mal ve evlat çokluğuyla övünme yarışı sizi o kadar oyaladı ki, hayattakilerle yetinmediniz, kabirlere gidip ölülerinizi bile saydınız.

Nitekim nakledildiğine göre Mekke'de Abdülmenaf oğulları ile Sehm oğulları hangilerinin adamları daha çok diye çokluk yarışına girişmişler, her iki tarafın adamlarını da saymışlar, Abdümenaf oğullarının adamları daha çok çıkmıştır. Sehm oğulları bunu kabul etmemiş, mezardaki ölüleri de sayalım demiş, gidip mezardaki ölülerini saymışlardır.

Bir diğer izaha göre çokluk yarışı, mal ve evlat çokluğu ile övünme duygusu içinizde o kadar yerleşmiş ki, ölüp kabirlere defnedilinceye kadar devam etmiştir.

Üçüncü bir izaha göre de Dünya hayatının nimetlerinden olan mal ve neseb gibi maddi ve fani lezzetler sizi asıl yapmanız gereken Allah’a itaatten ve yararlı işler yapmaktan alıkoydu, mezara girip azabı görünceye kadar asıl görevinizi yapmadınız lüzumsuz şeylerle meşgul oldunuz demektir.

Peygamber Efendimiz Mekke’yi fethedince Kabe’de irad etmiş olduğu hutbenin bir bölümünde cahiliye adetlerine temas ederek şöyle demiştir: “İyi biliniz ki bütün cahiliye adetleri, bütün mal ve kan davaları bugün şu iki ayağının altındadır, yalnız Kabe hizmeti ile hacılara su dağıtma işi bunlardan hariç. Ey Kureyş cemaati Allah sizden cahiliye gururunu, babalarla, soylarla övünmeyi gidermiştir. Bütün insanlar Adem'den, Adem de topraktan yaratılmıştır.” (Kamil, Miras, Tecrid, X, 313) buyurmuş, sonra Hucurât Suresinin 13. ayetini okumuştur ki meali şöyledir: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık, yoksa övünesiniz diye değil. Çünkü sizin Allah katında en değerli ve en üstün olanınız en muttakıniz/ Allah’a karşı görevlerini en iyi şekilde yerine getireninizdir. Allah sizin her halinizi çok iyi bilir, yaptıklarınızdan da içinizden geçirdiklerinizden de haberdardır.”

Peygamber Efendimiz başka bir hadis-i şeriflerinde: “Men battae bihî amelühû lem yüsr’hu nesebuhû: Kimi ameli geri bırakırsa nesebi/soyu onu ileri götüremez.” buyurmuştur.

İman, salih amel ve güzel ahlaktan yoksun olan kimseleri, mal ve mülkleri, makam ve mevkileri de üstün ve değerli kılmaz. Onun için Peygamber Efendimiz “Allah size değer vermek için sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize/niyetlerinize, ihlasınıza ve amellerinize bakar.” buyurmuştur.

Ünlü Divan Şairi Nabi; ataları ve ecdadıyla durmadan övünüp duran şahsın sözüne ehil olan kimselerin itibar etmeyeceğini, atalarına bakarak onun hakkında hüküm vermeyeceğini aşağıdaki beytinde gayet güzel ifade etmiş:

     Eb ü ceddiyle tefahür eden ebcedhanın

     Ehl olan redd ü kabulüne verir mi ahkâm!?

74-ECDADINLA ÖVÜNMEYİ BIRAK-2



74-ECDADINLA ÖVÜNMEYİ BIRAK KENDİ AMELİNE BAK-2


Ebu Süfyan Mekke müşriklerinin reisi olup İslam’a açıkça cephe almıştı. Müşrikleri Müslümanlara kışkırtan, Uhud ve Hendek Savaşlarında müşriklerin başında bulunan şahıstı. Yirmi sene Hz. Peygamberin ve İslam’ın aleyhine çalıştıktan sonra Hicretin sekizinci yılında Mekke’nin fethinde Müslüman olmuştu. Hem de Mekke’nin fethi gününde ilk Müslüman olan o idi. Yıllarca islamam ve Müslümanlara düşmanlıkta başı çeken o olduğu gibi Mekke’nin fethinde islamam girmede başı çeken de o olmuştu. Diğer taraftan Mekkelilerin Müslümanlara karşı savaşa kalkmalarına mani olan da büyük ölçüde Ebu Süfyan olmuştur. O, Efendimiz yanında Müslüman olup geri dününce Ka’be’nin etrafında kendisini bekleyenlere şöyle hitabet etmiştir:

“- Ey Kureyşliler! İşte Muhammed karşı koyamayacağınız bir güçle geldi. Müslüman olun selamette kalın.”

Yüce Rabbim her şeye kadirdir.


Diğer müşrik reisler gibi Ebu Süfyan da övünmeyi çok seven bir kimse idi. Cahiliyye döneminde arkadaşı olduğu için onun bu özelliğini en iyi bilenlerden biri Peygamber Efendimizin amcası Hazreti Abbas idi.

Müslüman olması için onu Hz. Peygamberin huzuruna Abbas (r.a.) getirmişti. Ebu Süfyan Müslüman olunca Hz. Abbas Peygamber Efendimiz’e:

“- Ya Rasûlallah! Ebu Süfyan övünmeyi seven biridir, ona kavimi içeresinde övüneceği bir şey lütfet” dedim. Resulullah (s.a.v.):

“- Peki, kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa o güvendedir, kim evinin kapısını kapatır içeride oturursa güvendedir, kim Mescide sığınırsa güvendedir” buyurarak Ona övünebileceği bir şey lütfetmişti. (İbn Hişam, s. 739)

Cahiliye Araplarında Bazen övünmenin dozu kaçırılır, olmadık şeylerle övünülürdü. Numan b. Beşir’in aşağıdaki övünmesini buna misal olarak zikredebiliriz:

“Kim bizimle şeref yarışı yapmaya kalkışabilir? Bizim topluluğumuz şereflidir, bizdendir Zülkarneyn de Hâtim de.

Ye’cûc (Çin) seddini biz yaptık, yükseldi bizim ellerimizle. O seddi yıkan oldu mu hiç?” (Çağrıcı, Kur’an’ın Geliş Ortamında Ahlâk ve İnsan İlişkileri, s. 53)

Şair Seyyit Vehbî’nin de dediği gibi; olgun insan malı ile, makamı ile, soyu sopu ile övünmez. :

Ne izz ü câh u neseble ne kesb-i mâl iledir

Fakat tefâhuru ehl-i dilin kemâl iledir.

Anlamı şöyle: “Gönül sahiplerinin övünmesi, ne makam, mevki, ne de soy sopla veya mal sahibi olmakladır. Onlar ancak olgunlukla, kemal sahibi olmakla övünürler.” (Ali Fuat Bilkan, Berceste, 148)

İnsanı değerli kılan şey makamı , mevkiî, mal ve mülkü olmadığı gibi kılık kıyafetide değil sahip olduğu insanî meziyetlerdir. Nitekim Şeyhulislam Yahya bu hususu manzum olarak pek güzel ifade etmiştir:

“Hırka vü tâç ile zâhid,-kerem et-, sıkleti ko

Âdeme cübbe vü destâr keramet mi verir.”

Anlamı şöyledir: “Zâhid cömertlik et, hırka ve taç gibi ağırlıklarını bırak! İnsana cübbe ve sarık keramet mi verir, onu değerli mi kılar? (Bilkan, s.152)

Konumuzu şu beyitle noktalayalım:

Ne mâl iledir, ne câh iledir.

Beyim! İnsanlık kemâl iledir.

76-ELİF: DOĞRULUĞUN VE TEVHİDİN SEMBOLÜ







76-ELİF:  DOĞRULUĞUN VE TEVHİDİN SEMBOLÜ




Arap alfabesinin ilk harfi elif olduğu gibi, Allah lafzının ilk harfi de eliftir.


Elif, Allah’ın kullarına; “Elestü birabbiküm/Ben sizin Rabbiniz değil miyim” şeklindeki hitabının ilk harfidir.


Her gün beş vakit namazda defalarca okuduğumuz Fatiha Suresi’nin ve yüce dinimizin adı olan İslamın ilk harfi de eliftir.

Elif tevhidi yani Yüce Allah’ın birliğini ve tekliğini simgeler.

Yazılışı itibariyle harfler içerisinde en doğru harf eliftir. Bu bakımdan elif aynı zamanda doğruluğun da simgesidir.

Elif, alfabedeki harflerin evveli olduğu gibi Allah da bütün yaratıkların evvelidir. Onun için Hadid Suresi’nin üçüncü ayetinde: “O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır” buyrulmuştur.

O evveldir, varlığının evveli yoktur, O, başlangıcı olmayan ezelî ilk varlıktır. O âhir’dir, ebedîdir, varlığının sonu yoktur, her şey yok olacak O baki kalacaktır.

O zahirdir, sıfatları ve sıfatlarının tecellisi itibariyle açıktır.

O batındır, zatı itibariyle gizlidir, her şeyin içyüzünü bilir.

Gerek halk şairlerimiz, gerekse mutasavvıf şairlerimiz ‘elif’ lafzını şiirlerinde çok kullanmışlardır. 17’inci yüzyılda yaşadığı rivayet edilen ve âşık edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Karacaoğlan’ın en çok okunan şiirlerinden biri de aşağıdaki ‘Elif’ şiiridir:


İncecikten bir kar yağar, tozar Elif, Elif deyi...

Deli gönül abdal olmuş, gezer Elif, Elif deyi...


Elif’in uğru nakışlı, Yavrı balaban bakışlı,

Yayla çiçeği kokuşlu, Kokar Elif, Elif deyi...


Elif kaşlarını çatar, Gamzesi sineme batar.

Ak elleri kalem tutar, Yazar Elif, Elif deyi...


13’üncü yüz yılın ortalarında yaşamış olan büyük halk ve divan şairi Yunus Emre’nin de ‘Elif’le ilgili güzel şiirleri vardır. Bir beytinde şöyle der:

Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü

Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü.


“İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir” diye başlayan meşhur şiirinin devamında döt kitabın manasının elite toplandığını ifade ederek şöyle der:

Dört kitabın ma'nisi

Bellidir bir elifte

Sen elifi bilmezsin

Bu nice okumaktır


Yiğirmi dokuz hece

Okursun uçtan uca

Sen elif dersin hoca

Ma'nisi ne demektir


Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepsinden iyice

Bir gönüle girmektir.

60-GÜZEL SÖZ SADAKADIR

60-GÜZEL SÖZ SADAKADIR


Yüce Rabbimiz Bakara Suresinin 83’üncü ayetinde: insanların Allah’a ve diğer insanlara karşı görevleri sayılırken bunlardan birinin de onlara güzel söz söylemek olduğu belirtilmiştir.
Yine Bakara Suresinin 263’üncü ayetinde: “Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir” buyrulmuştur.
Peygamber Efendimiz de hadis-i şeriflerinde:
الكَلِمَةُ الطَّيِّبَةُ صَدَقَةٌ
“Güzel söz sadakadır.” (Buhârî, Cihâd 72, 128) buyurmuştur.
Söz ustası Yunus Emre ne güzel söylemiş:
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini yedi uçmağ ede bir söz.
Bir atasözümüzde:
Acı söz insanı dininden, tatlı söz ise yılanı deliğinden çıkarır, denilmiştir.
Bir şairimiz de acı sözün insanın hayatına mal olacağını, kötü dilli kimsenin, cömertliği ile meşhur olan Hâtetm-i Tâî gibi cömert olsa bile asla methedilemeyeceğini belirterek şöyle der:
Tatlı candan geçirir, bir acı söz insanı.
Bed-zebân Hâtem-i Tâi olsa da memduh değil.
İnsanlar, tatlı dilli güler yüzlü kimseleri severler. Onun için Hz. Mevlana: “Tatlı suyun başı kalabalık olur.” demiştir.
Bir sözün güzel ve tatlı olabilmesi için kırıcı olmaması, yapıcı olması gerekir. Bunun için insan diline sahip olmalı, geçici dünya menfaati için kimsenin gönlünü kırmamalı, kalbini incitmemeli. Nitekim hitabetteki fesahat ve belagatiyle meşhur olan Hz. Ali Efendimiz veciz bir sözünde:
جَرَاحَاتُ السِّنَانِ لَها اِلْتِئَامُ ... ولا يُلْتَامُ ما جَرَحَ الِّلسَانُ
"Mızrak yarası onulur, fakat dil yarası onulmaz" demiştir.
Sözün güzel olmasının bir şartı da vaktinde ve yerinde söylenmesidir. Nitekim vaktinde söylenilen sözün yerinde kullanılan silah gibi tesirli olacağı belirtilmiştir.
Bazen insan düşünüp taşınmadan bir söz söyler, sonra özür dilemek zorunda kalır. Oysa yerinde ve zamanında söz söylemesini bilen bu duruma düşmez. Nitekim Fatih Sultan Mehmet: “Yerinde söz söylemesini bilen, özür dilemek zorunda kalmaz” demiştir.
İnsanın mecliste hep susup hiç konuşmaması doğru olmadığı gibi, devamlı konuşup sözü kimseye vermemesi de doğru değildir. Şair bunu ne güzel belirtmiş:
Olma mecliste ne bir güne hamûş
Vaktle gâh zebân ol, gehî gûş.
Sa’dî Şîrâzî de: “iki şey insanı çileden çıkarır; söylenecek yerde ağız açmamak, susacak yerde lakırdı etmek.”
Fakat insan Yüce Allah’ın kendisine bir dil, iki kulak verdiğini unutmamalı, bir söyleyip iki dinlemeli. Nitekim şair bu hususu şöyle ifade etmiş.
Olur, insanda zeban bir, iki gûş,
Sen dahî söyle bir, ol iki hamûş.

Nt: zeban: dil; gûş: kulak; susmuş, sessiz.





Onun için Balzac: “Bir mecliste en sevimsiz kimse devamlı konuşan ile devamlı susandır”
“Kişinin sözü amelinden çok olursa aklı noksandır”

Düşünmeden konuşmak nişan almadan atmaya benzer.
Sözün güzel olabilmesi için her şeyden önce doğru olması, vakıaya uygun düşmesi gerekir. Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde:
قُلِ اَلْحَقَّ, وَلَوْ كَانَ مُرًّا
“Acı da olsa hakkı/gerçeği söyle” buyurmuş-tur.
Bir şairimiz bu hususu manzum olarak şöyle ifade etmiştir:
Olsun ârâyiş-i dehenün bu makâl
İnkisâr alma yamân olur hâl
Terk-i âyîn-i cefâ vü sitem it
Bed-şiken dil-şiken olma kerem it
Hele n’eylersen it ey ruh-ı revân
Olma hâtır-şiken ü tîz-zebân
Kesr-i hâtır günehün ekberidür
Cümle-i masıyetün bed-teridür
Eyle hâtırları ta’mîre şitâb
Eyleme arş-ı ilâhî’yi harâb
Kâil olur mı Hudâvend-i Gayur
Ki harâb ola o beyt-i ma’mur
Ol gözüm nurı bu ma’nâyı habır
Olmaz aslâ bu güneh afv-pezîr
Bu söz dudaklarının bir süsü olsun:
“Kimsenin ahını alma, halin yaman olur.”
Cefa ve sitem işini terk et. Aman ha!
Kerem et de kötü bir iş olan kalp kincilik yapma.
Cancağızım! Hele ne yaparsan yap da,
tek kalp kırıcı ve keskin dilli olma.
Hatır yıkmak günahların en büyüklerindendir,
hatta bütün günahların en kötüsüdür.
Bunun yerine kalpleri kazanmaya, hatır yapmaya çalış da Allah’ın Arş’ını harap etme.
Hiç yüce Allah, mamur birer ev olan kalplerin harap olmalarına razı olur mu?
A gözümün nuru! Şundan da haberin olsun ki böyle bir günah; asla affedilmez.
Cancağızım yüce Allahın dergâhına çıkacağımız günü düşünerek salih bir kişi ol,
salih bir Müslüman’ın korkusu, bir başkasının kalbini kırmak, onu incitmektir. Çünkü kalb kırmak, Allah ü teâlânın lütfünü incitmektir. Neye uğrarsa uğrasın, sâlih kimse, aslâ kimseye kötü söylememeli ve lânet etmemelidir. Daha önce de söyledim ya güler yüzlü olmak, yapıcı olmak bizim insanlık vazifemizdir. Peygamber Efendimizin zikrettiği gibi “Kalp kırmak, Kabe’yi yıkmakla birdir.” Evet oğlum yaşamın boyunca kimsenin ahını almamaya, kalbini kırmamaya itina et ki rahman ve rahim olan yüce Allah böyle bir günahı asla affetmez.
Kimseye verme huşunetle cevab
Lütufla izzet ile eyle hitab
Terk-i âyîn-i cefâ vü sitem it
Bed-suhan dil-şiken olma kerem it.
Hele neylersen eyâ rûh-i revân
Olma hâtır-şiken ü tiz-zeban.
Anlamı özet olarak şöyle:
Kimseye sert ve kabalıkla cevap verme.
Karşındaki kimseye değer vererek letafetle/incelikle hitabet.
Fakat insan Yüce Allah’ın kendisine bir dil, iki kulak verdiğini unutmamalı, bir söyleyip iki dinlemeli
Olur insanda zeban bir, iki gûş,
Sen dahî söyle bir, ol iki hamûş.